Lawyers In Exile

Avukat Barış Çelik: Bugün hukuksuzluk yapan herkes er veya geç yargılanacak!

Kendinizden kısaca bahseder misiniz?

Şanlıurfa’da dünyaya geldim. 15 yıllık avukatım. Çocukluğumun bir kısmı Öğretmen olan ailemin zorunlu hizmet sebebiyle bulunduğu Şanlıurfa’nın köy ve ilçelerinde geçti. İlk, orta ve lise öğrenimimi Gaziantep’te devlet okullarında tamamladım. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Okul devam ederken “bu iş sahada öğrenilir” tavsiyeleriyle çalışmaya başladım. Tabiri caizse hayatımın bundan sonrası adliyelerde geçti. Şimdilerde ise 2 kızım ve eşimle birlikte hayata yeni bir başlangıç yaptık.

Dünya Adalet Projesi (WJP) tarafından hazırlanan ve ülkelerdeki hukuk sistemlerini değerlendiren “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi” verilerine göre Türkiye’nin 113 ülke arasında 101. sırada yer aldığı açıklandı. Türkiye’nin, 2014 tarihli aynı endeks sıralamasında ise 59. sırada bulunduğu açıklanmıştı. Öncelikle, kısa süre içinde bu büyük değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’ hangi seviyede? Yine buna bağlı olarak, sizce yargının bağımsız ve tarafsız olması ne anlama geliyor? Yargıdaki kadrolaşma iddialarını da göz önünde bulundurursak, ‘’Akp Yargısı’’, ‘’Cemaat Yargısı’’ gibi kavramlar ne anlama gelmektedir?

Dilerseniz bu sorunuza 2014-2017 yılları arasında hayatımızda neler değişti, onlara değinerek cevap vereyim:
Endeksin açıklandığı tarihten bu yana ortaya çıkan gelişmeleri de değerlendirmeye eklediklerinde 113. Sıraya “ilerleyeceğimizi” (gerileme yakışıksız, batı uydurması bir kelime) öngörmek kehanet olmaz. Ülkenin en üst yargı kurumu olan Anayasa Mahkemesi kararlarına saygı duymayan bir iktidarımız ve uygulama konusunda iktidarın talimatlarına göre hareket eden mahkemelerimiz var. Hukuki görünüm altında KHK’larla parlamentoyu bypass eden ve sürekli hale gelen OHAL ile, kendine denetimsiz bir yönetme gücü oluşturan bir iktidarla karşı karşıyayız. Anayasa Mahkemesi dahi, ben hukukun uygulanması yetkimi OHAL süresince askıya aldım, KHK’ları OHAL süresince denetlemeyeceğim diyebiliyor. Zaten yetkisini kullandığı kısımlarda ise mahkemeler ve iktidarca kararları uygulanmıyor.

Mesela bir OHAL Komisyonu uygulaması var ki evlere şenlik, kişi içeriğini bilmediği bir suçlamayla ihraç ediliyor, bilmediği bu suçlama ile ilgili dilekçe yazıyor ve dosya üzerinden karar verilmesini bekliyor. Geleceğe mektup gibi!

Komisyona yaklaşık 110.000 başvuru yapılmış ve şu ana kadar sadece 17.000 civarında başvuru karara bağlanabilmiş. İncelenen dosyalarda ise, içeriğe ve delillere göre değil dosya kenarlarına iliştirilmiş fişleme notlarına göre kararlar veriliyor.

Son olarakta “Her takipsizlik alanı göreve iade etmeyeceğiz” diyerek hukuka göre değil fişleme listelerine göre hareket ettiklerini alenen ortaya koyuyorlar.

Bu noktada AİHM Türkiye’deki iç hukuk yolu uygulamasının işlevsizliğini görmesine rağmen, kağıt üstünde de olsa hukuki düzenlemelerin varlığını gerekçe göstererek başvuruları incelemekten imtina ediyor. Umarım bir an önce bu yanlıştan döner. AİHM’den, önceki örneklere de bakarak kısa zamanda netice almak hayal gibi görünse de, yaşanan mağduriyetlerin benzerliği nedeniyle ele alacakları tek bir dosyadan verilecek emsal bir kararla hemen hemen bütün dosyalar karara bağlanacak aşamaya gelecektir.

Türkiye’nin 2014 yılında 59. İken 101. Sıraya gelmesi konusunda ise hakkımızın yendiğini ve yerimizin daha dip olan 113.’lük olduğunu düşünüyorum. Zira 17/25 Aralık soruşturmaları konusundaki yargı kararlarının uygulanmadığı, bunun yerine Reza gibi soytarıların ödüllendirildiği, hırsızın polisi derdest ettiği, MİT Tırları aracılığıyla teröristlere silah yardımı yapılan bir dönem yaşadık. Ve devamında da bu ihanetleri ortaya çıkaran ve suçlulara operasyon yapan savcı, asker ve polisin derdest edildiği, bunu haber yapanların tutuklandığı, Tahliye kararlarına rağmen insanların cezaevinden çıkarılmadığı bir süreç yaşadık. Bu dönemde kanuna rağmen haklarındaki gözaltı süresi biten polislerin serbest bırakılacakları yerde adeta rehin alınmalarına şahit olduk. Neticede geldiğimiz nokta itibariyle; milyonlarca dolarlık rüşvet alanların yargılanacakları yerde, yüzsüzce milletvekilliğine aday olabildikleri bu manzaraya göre sıralamadaki yerimize mükemmel gözüyle de bakabiliriz.

Türkiye’de 2014 yılından sonraki dönemde saydığım sebeplerle tarafsız ve bağımsız bir yargımız olmadığı için hukukun üstünlüğünden ziyade ‘üstünlerin Hukuku’nun uygulandığı bir dönemi yaşıyoruz. Bağımsız ve tarafsız bir yargımız yok diye de her şeyden vazgeçecek, mücadeleyi bırakacak değiliz. Hukuk neyi gerektiriyorsa onu yapacak, ülkeyi mafya hukukuna teslim etmeyeceğiz. Hukukun üstünlüğüne, bağımsız ve tarafsız yargıya mücadeleyle ulaşacağız.
Düşünen, sorgulayan ve üreten bir varlık olan insanın elbette sosyal ve siyasal bir düşüncesi, tarafgirliği olacaktır. Yargı erkini kullanan kişi hiçbir gücün hatta kendi siyasal ve sosyal düşüncesinin dahi etkisi altında kalmaksızın, önüne gelen iş ve kişiden bağımsız, salt hukuku uygulayarak tarafsızlığını ortaya koymalıdır, bunun yanında iktidar erkinin önünde düğmesini iliklememeli, mesela siyasi şov amaçlı çay toplama gibi konulara alet olmamalıdır.

AKP Yargısı ve Cemaat Yargısı kavramları ve hatta Ergenekon Yargısı kavramı, hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiş, bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminde kabul edilmesi mümkün olmayan, bağımsız ve tarafsız şekilde görevini yaptığını iddia eden hiçbir yargı erkinin de kabul edemeyeceği tanımlamalar.

AKP Yargısı; hâlihazırda yaşadığımız, kendini iktidara koşulsuz teslim etmiş, iktidarın muhalefet avcılığındaki silahı gibi hareket eden, iktidarın arzuları doğrultusunda soruşturmalar açıp, tutuklamalar yapan, ceza ya da beraat kararları veren, AYM bir karar verdiğinde uygulayıp, uygulamama konusunda iktidardan komut bekleyen ve adını koyamadıkları ama aradaki bu ilişkinin görünmesinden de rahatsız olmadıkları adeta bir Suç Örgütü oluşumu olarak ön plana çıkıyor.

Cemaat Yargısı kavramı ise yıllardır söylenegelen ve varlığı delillendirilemeyen, ancak 15 Temmuz AKP Darbesi öncesi varlığı konusunda özellikle sol kesimin hemfikir olduğu soyut bir iddia ve olgu olarak karşımıza çıkıyor. Cemaat yargısı söylemine olgu diyorum, zira bir ilaç gibi haklarının ihlal edildiğini iddia eden her kesimden kişi ve gruplar için kolay bir kurtuluş reçetesi olarak kullanılır oldu ve kullanılmaya da devam ediyor. Tutuklu olan, tahliye edilmeyi umut eden ve iktidarın yargı üzerindeki etkisinin idrakine varmış her kesimden insan bu iddiaya sarılarak, adeta iktidara bende sizinle aynı düşüncedeyim bırakın çıkayım ricasında bulunuyor. Hem karşısında olup hem de onun argümanlarına sarılmak sağlıklı bir ruh halini yansıtmıyor. Bir taraftan bağımsız ve tarafsız yargı deyip, diğer taraftan sosyal ve siyasi etmenlerin etkisiyle yargı faaliyetini sürdürmek mümkün değil, kabul edilebilir de değil. Ancak sulandırılan her yargı faaliyetinin arkasından da bu cemaat yargısı ithamı hep olageldi. İktidar da muhaliflerin cemaat düşmanlığından faydalanarak bu konuyu parlattı ve ardından suçlarını örtmek için bu kurtuluş reçetesinden faydalanmayı tercih etti. Ve bu yolla muhalifleri bastırma, korkutma konusunda başarılı da oldu.

Başarılı diyorum çünkü insanlar, sevmedikleri ve hatta düşman oldukları cemaate yönelik hukuksuzluklara “ama onlar da” diyerek ses çıkarmadılar. Sıra kendilerine geldiğinde de etraflarında itiraz edecek bir ses bulamayacakları aşikar ve aynı akıbeti yaşamaya da başladılar. Oysa hukuku, adaleti, insani duyguları temel alıp, söylemlerini bu temele göre geliştirenlerin “Susma sustukça sıra sana gelecek!!” sloganını tam da böyle zamanlar için kullanması ve yaşaması gerekliydi. Çünkü hukuk hayattır.

Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, 15 Temmuz sonrası, 2300’ ü aşkın hakim ve savcı, 700 civarında da avukat tutuklandı. Ayrıca 2000’in üzerinde hakim, savcı ve 1000’in üzerinde avukat hakkında da soruşturma yürütüldüğü bilinmektedir. Bunlar, resmi rakamlar. Türkiye yargısının geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda hal-i hazırda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve yine buna bağlı olarak, darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen askerlerden önce hukukçulara operasyon yapılmasını nasıl açıklıyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişimin hemen akabinde, on binlerce kamu personeli, öğretmen, doktor, hemşire, işçi, hakim, savcı –darbede yer aldıkları, darbeci oldukları- gerekçesiyle bir anda görevden alındılar, ihraç olundular, mallarına el kondu ve birçoğu da hapse atıldı. Hem ihraç hem de gözaltı işlemlerini dikkate aldığınızda bu insanlarla darbe arasında nasıl bir bağlantı kuruldu? Gerçekten bu insanlar darbeci miydi, darbenin neresinde yer almışlardı? Son olarak da sizin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum?

Türk yargısının geçmişi deyince, neydi ki ne olsun diyesi geliyor insanın ama mevcut durum daha ağır bir hukuksuzluk travması yaşatıyor insanlara. Yaşadığımız olay gücün adalete darbesidir.

Darbe dönemlerine baktığımızda istiklal mahkemeleri gerçeği var. Orada “Sizi buraya gönderen irade böyle istiyor” sözleriyle iktidarı elinde bulunduran gücün esiri olduğunu ve yargılamanın bir mizansenden ibaret olduğunu ortaya koyuyordu mahkeme başkanı. Bugüne gelince hani darbe girişimi başarısız olmuştu! Evet aslında tam olarak yapmak istedikleri de buydu. İktidarın istediği kimi insanlar tutuklanıyor, bunlardan bazıları mahkeme kararına rağmen tahliye bile olamıyor. Çünkü onları oraya gönderen irade böyle istiyor. Bu irade elinde bir fişleme listesi ile 24 saat geçmeden 2745 Hakim-Savcı ve arkasından yaklaşık 7000 asker için ve ardında 1000’in üzerinde avukat hakkında yakalama ve gözaltı kararları çıkarttı. Gözaltına alınacak isimlerin belirlenmesi, gözaltına alınmalarının talep edilmesi ve mahkemelerce bu kararların verilmesi ve yazılması için geçecek süreyi hesaplarsanız tablo kendiliğinden önünüze serilecektir. Bu listeler önceden hazırlanmış, kendilerine biat etmeyen kişilerin eşleri ve hatta akraba çevrelerine varıncaya kadar derin incelemeler yapılmış ve hatta kararları dahi önceden hazırlanmış. Zira 4-5 ay önce ölmüş kişiler hakkında dahi gözaltı kararları çıkarıldı.

Operasyonlara hukukçulardan başlanmasının en önemli nedeni; bu kişilerin önlerine gelen dosyalarda adaletin gereklerine ve hukuka göre işlem yapacakları korkusuydu. Çünkü iktidarın ihtiyacı, operasyon ve tutuklamaları tek merkezden yönetebilecekleri ve emredileni harfiyen uygulayacak bir yargı ordusuydu. Ve engel çıkarabileceklerin de tasfiye edilmesi gerekiyordu.

Avukatlara yapılan operasyona gelince; benim için süreç 17/25 Aralık Operasyonları ile Selam Tevhid ve Tahşiye dosyalarında görev alan polislere yönelik başlatılan 22 Temmuz 2014 tarihli intikam operasyonuyla başladı. Burada gözaltı sürecinden başlayarak bazı polislerin avukatlıklarını üstlendim ve mesleğim gereği savunma görevimi “15 Temmuz Gücün Adalete Darbesi” sonrası hakkımda verilen 22 Temmuz 2016 tarihli yakalama ve gözaltı kararına kadar yerine getirdim. Tarihlerde yanlışlık yok, savcı sübliminal çalışmayı seviyor anlaşılan, ya da yıldönümü kutlaması yapma sevdalısı! İşlerinin ve niyetlerinin hukuku uygulamak olmadığının nadide emarelerinden biridir bu.

Avukatlara gözaltı operasyonu yapmaktaki amaçları, yapacakları her hukuksuz işlemin karşısında cesaretle durabilecek, mağdur edilenleri savunacak, yapılması muhtemel işkenceleri ortaya çıkaracak ve bunu yapanlara adeta kan kusturacak tek meslek grubunu pasifize etmekti. Gözaltı Operasyonları ve tutuklamaların sadece belli davaları üstlenmiş avukatlara yapıldığı algısı oluşturulmaya çalışılsa da, aradan geçen 2 yıllık süreçte gördüğümüz emarelere göre muhalif her düşünceden avukatı pasifize etmek için kullanılan bir yol olduğu aşikar. Selçuk Kozağaçlı, Kemal Uçar, Sibel Sevinç Deveci gibi isimler bu pasifize etme çabasının mağdurlarından bazıları..

Çok kullanışlı bir suçlama icat ettiler, “Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek”. İktidarın söyleminin aksini iddia etmek ya da sanık savunması yapmak, işkenceleri dile getirmek gibi faaliyetler kişilerin bu suçlamayla karşılaşması için yeterli görülüyor.

Doktor, hemşire, işçi, hakim, avukat, esnaf, ev hanımı gibi insanların darbe yaptığını iddia etmek ancak hastalıklı bir ruh halinin ürünü olabilir. Bu 15 Temmuz vakası, iktidarın darbe görüntüsünden faydalanarak, oluşturduğu fişleme listeleri üzerinden devleti yeniden dizayn etme vakasıdır.

ByLock konusu çok tartışılıyor. Bunu biraz açar mısınız? ByLock’un özellikle vurgulanmasının sebebi ne? ByLock kullanılması bir hata mıydı?

Şunu sorarak başlayalım; isteyenin izleyebildiği ve içeriğini kolayca elde edebildiği bir programı kim kullanır? Hem Anayasal olarak iletişim özgürlüğünden bahsediyor, hem de insanlar iletişim kuruyorlar, ben içeriğini göremiyoruz diye feveran edip, güvenli mesajlaşma sistemini suç olarak lanse etmeye çalışıyorlar.

Gencinden yaşlısına her meslek grubundan kişi iletişim kurmak için Appstore ve GooglePlay’den indirdikleri güvenli mesajlaşma sistemlerini kullanıyorlar. Güvenli bir sistem arayışı suçsa, bu suçun milyarlarca sanığı var. İncelediğim bilişim sistemlerine ve bylock raporlarına göre de Bylock, diğer güvenli iletişim sistemlerine göre çok sıradan ve alelade bir program.

İktidar kamuoyunu ikna edebilmek için fişleme listeleriyle operasyona maruz bıraktığı insanlar arasında bir iletişim ağı bulunduğunu ve suç faaliyeti içerisinde olduklarını, suç faaliyeti içerisindeyken de “şifreli ve gizli” bir haberleşme sistemi kullanarak haberleştikleri, izlenimini vermek istedi.

İllegal yapılanma algısını oluşturabilmek amacıyla da, verilerini kolayca elde edebilecekleri ve veriler üzerinde istedikleri gibi ekleme, çıkarma yapabilecekleri bir program aradılar ve bunun için Bylock verilerini hackleme/satın alma yolllarından birini kullandılar. Verilerin elde ediliş şekli hukuki olmadığı ve illegaliteye başka da kılıf uyduramadıkları için şimdilik bu hikayelerle yetiniyoruz. Ben verilerin satın alındığını düşünüyorum, zira Bylock kullanımdan kalkmış, dışarıdan müdahaleye açık ve serverını para karşılığı satın alabilecekleri bir programdı.

Bundan sonrası tam bir fecaat; MİT’in adeta uzmanlık alanı haline gelen sahte belge ve veri üretimini, emniyetteki ve son olarakta BTK’daki sahtecilikler izledi. Dosyalara uydurma raporlar gönderildi. Ardından Morbeyin safsatasıyla bir kısım elemeler yaptılar, ki iyi de oldu, böylece en azından bir kısım insan rahat nefes aldı.

Yargının delil olarak kabul ettiği MİT ve emniyetçe gönderilen Bylock raporu ve listeleri adeta yaşayan bir organizma gibi her duruma ve şarta göre değişebilen, uzayan, kısalan bir torba halini aldı. İstediklerini bu torbaya atıp, istediklerini çıkarıyorlar ve bizimde bu delilin hukuki olduğuna inanmamızı bekliyorlar. İnsanları delil karartma şüphesi var diyerek tahliye etmeyen yargı bu kişiye göre “delil oluşturma (uydurma) çalışması”nı görmezden gelip, bu fişleme listelerine göre ceza veriyor.

Hem Bylock kullanmak neden hata olsun! Bylock’ta benzeri onlarca güvenli mesajlaşma programı (whatsapp, Signal v.s.) gibi yasal bir program. Örneğin ben Bylock isimli uygulamayı hiç kullanmadım, ama kullanabilirdim de, dünyada 600.000 kişi kullanmış. Ama iktidar kafasına koyduğu bu tasfiyeyi Bylock olmasaydı da başka bir programı önümüze koyarak yapacaktı, bundan eminim. Darbe planları vs dediler ama çıkara çıkara önümüze içerik olarak çay içelim, yemek yiyelim, dua edelim, namaz kılalım gibi mesajlar çıkardılar. Buradan insanları örgüt üyeliğine veya yöneticiliğine bağlamaları da üfürmedeki yeteneklerini gösteriyor. Bu mesaj içeriklerinin gerçek olduğunu kabul edersek, bu insanlara olsa olsa çay piyasasına verdikleri zarardan dolayı bir ceza verilebilir!!

Cemaat, Ergenekon ve Balyoz davaları sebebiyle de çok eleştirildi. Bu davalarda bir hukuksuzluk yapıldı mı sizce? Sorun neydi o davalarda? Ne olmalıydı?

Yetişme ortamım ve beslendiğim kaynaklar itibariyle, ilk dönemler bu yargılamaların ilerleyişi ve gelişimi ile ilgili, davalarda Cemaat tarafından bir yönlendirme yapıldığı düşüncem ve inancım vardı. Ancak ilerleyen dönemlerdeki edindiğim izlenim ve bilgiler bu düşünceden beni uzaklaştırdı. Yaşadığımız bu son hukuksuzluk süreci ve arkasındaki güce dair izlenimlerim de Cemaatin bu olayın yönlendiricisi olmadığı inancımı pekiştirdi.

Ergenekon ve Balyoz davaları ise, başlardaki bataklığı kurutma iddiasının aksine gelişimi itibariyle üzüm yemekten çok bağcıyı dövme vakasına dönüştü. Yaş, hastalık, uzun tutukluluk v.s. gibi olgular görmezden gelinerek yargılama işlemleri yapıldı. Hasta olanlar tahliye edilmedi v.s. Türk Hukuku’na yerleşmiş hastalıklar orada da nüksetti. Ve bu adaletsiz ve hukuksuz davranışlar bugünkü adaletsizlik ve hukuksuzlukların temelini oluşturdu. Tutuklanmak insanlar için başlı başına bir işkence olsa da, o dönemin bu dönemden farkı; ahlaksızlığa varan fiziki işkencelerin olmaması ve tahliye kararlarının da her şart altında uygulanmasıydı. O dönem AYM Kararlarının uygulanması içinde iktidardan emir beklenmiyordu.

Ergenekon ve Balyoz Davaları’nda yargılananlar içerisinde suçlu olduğunu düşündüğüm isimler kadar suçsuz olduğunu düşündüğüm isimler de var. Maalesef orada da dosyalar torbaya dönüştürülerek ilgili, ilgisiz kişiler eklenerek, sulandırılarak yargılamalar yapıldı. Ve yine iktidarda AKP vardı. Cemaatin buradaki suçu ise medya gücünün bu yargılamaların ve suçlamaların propaganda aracı olarak kullanılmasına müsaade etmesiydi. Sadece kemikleşmiş düşmanlar kazandırdı! Ama onlarda şöyle yaptı denilerek yargılananların mağduriyetleri görmezden gelindi. Bu nedenle şimdi yapılan işkence v.s. hukuksuzluklarda da diğer taraf ama onlarda diyerek, işkenceleri, insan hakkı ihlallerini görmüyor, destek vermekten geri duruyor. Olması gereken, görüşler ne olursa olsun her hukuksuzluğun, her insanlık dışı davranışın karşısında durmaktı. Zaten insanı temel alan bir oluşumdan da bu beklenirdi. Cemaatin bu konuda eksiklikleri ve yanlışları oldu. Şimdi de maalesef aynı şekilde mukabele görüyor. Cemaatten olduğu iddia edilenlerin yaşadığı haksızlıklar hak, hukuk, insanlık söylemleri dillerine pelesenk olmuş insanlarca görmezden geliniyor ve insanlar ötekileştiriliyor. Ötekileştirme her kesimden insanın başvurduğu genel bir hastalık aslında ama ‘insanı temel alan değerlere bağlılık’ bu hastalığı yenmemizi sağlayacaktır.

Cemaat ile ilgili olarak Paralel Devlet Yapılanması ve ‘terör örgütü’ iddiası var. Öncelikle Türkiye’deki yasalara göre terör örgütü olmanın koşulları nelerdir? Görülmekte olan davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olarak gösterilen eylemler nelerdir? Tek merkezden emirler alındığı ve bürokratların ‘paralel devlet’ gibi davrandığı iddialarının delilleri nelerdir? ‘Devlete sızmak’ meselesinin hukukî karşılığı var mıdır? Bu iddialarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Olaya siyasi ve sosyal düşünce zaviyesinden bakarsak her siyasi örgüt veya sosyal hareketin devlete sızdığı ve PDY yapılanması içerisinde olduğu iddiasında bulunabiliriz. Kişiler görevleriyle ilgili suç işlediklerinde yaptırımları vardır ve uygulanmalıdır. Onun dışındaki iddialar ancak tasfiye amacıyla yapılmış adeta bir soykırım hükmündedir.

TCK’da Silahlı Terör Örgütü’nün bir tanımı yok. Silahlı Örgüt suçu düzenlenmiş ve TCK 314. Maddesinde yer alan bu düzenleme TCK 302. Maddesi ile 316. Maddesi arasındaki suçları işlemek amacıyla kurulan örgütleri silahlı örgüt olarak belirlemiş. TCK md.314 de belirtilen Anayasal Düzene ve Devletin Güvenliğine karşı suç işlemek amacıyla örgüt kurma, yönetme ve üye olma suçları 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu md.1-3 gereği Terör Suçu olarak kabul edilmiş. Yasadaki bu muğlak ifade ile, her birlikte hareket ettiği belirlemesi yaptığınız gruba Terör Örgütü diyebilirsiniz.

TCK’da Silahlı örgüt kurucusu veya yöneticisi olmanın cezai karşılığı 10 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası, Silahlı örgüt üyesi olmanın cezai karşılığı ise 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası olarak düzenlenmiştir. Terörle Mücadele Kanunu ile de bu cezaların yarı oranında artırılarak uygulanacağı düzenlenmiş.
Bu suçların oluşması ve birisinin terörist olarak yaftalanması için:

1-Kişinin örgütün suç işleme amacını bilmesi ve istemesi, bu amaç için işleyeceği suçların niteliğini de bilmesi ve istemesi,
2-Anayasal düzene ve Devlet güvenliğine karşı suç işlemek amacıyla kurulmuş bir örgüt olması,
3- Failin sürekli suç işleme iradesiyle örgütün hiyerarşik yapısı içerisine dahil olması, gerekir.

Başlangıçta terör örgütü suçlamasının en önemli dayanağı, iktidarın siyasi bir belge olan Kırmızı Kitap’ta yaptığı yönlendirme ve siyasi söylemleriydi. Öyle ki, hukuku uygulamak isteyen veya hukuka uygun davranılmasını isteyen herkes bu linçe maruz kalıyordu. Şimdilerde ise Yargıtay’ın Terör Örgütü, örgüt üyeliği ve yöneticiliği kriterlerine dair kararını dayanak alıyorlar. Örgüte dahil olmanın delili olarak ise sendikaya üye olmak, cemaat okulunda çocuğunu okutmak, cemaat kurumlarında çalışmak, Bankasya hesabı bulunması, Bylock kullanmak gibi yasal eylemler ile önceden hazırlayıp iftiracılara imzalattıkları etkin pişmanlık ifadelerinde kişinin isminin geçmesi gibi delillere göre operasyon, tutuklama ve cezalandırma yapıyorlar. İncelediğim dosyaların hiçbirisinde sanık dolandırıcılık yaptı, adam öldürdü, hırsızlık yaptı, tecavüz etti ya da rüşvet aldı gibi bir suçlama yok. Operasyonlarda ele geçirilen deliller ise kitap, Kur’an-ı Kerim, seccade gibi materyaller.

İnsanlar Cemaatin bir gönüllülük hareketi olduğunu görmezden gelip başka yapılanmalarla karıştırıyorlar bilinçli olarak. Birini sevmek, ona ve görüşlerine değer vermek, bu kişi bir din alimiyse üniversite okumamayı, devlet kurumlarında çalışmamayı, başarılı olmamayı mı gerektirir. İsteyen çalışır, okur, istediği işe girer.

İnsanlar düşünsel dünyasına göre bu İslamiyet, başka bir inanış ya da felsefik düşünce olabilir; düşüncesi ekseninde görüşlerine değer verdiği kişi ya da kişileri fıtri olarak takip eder. Elini, eteğini de dünyadan çekmek zorunda değildir, o başka bir boyut ve tercihtir. Sonuçta yaşamak, sevdiklerine ve kendisine bakmak zorundadır. İşini layıkıyla ve hakkıyla yapıyor mu ona bakmak lazım.

Bürokratların Parelel Devlet gibi davrandığı iddiasının delili olarak ortaya koydukları donelerden en önemlisi 17/25 Aralık operasyonlarında soruşturmaların kendilerine haber verilmeden yapıldığı ve bürokratların iktidar olarak kendilerinin verdikleri emirlere göre değil, görev tanımlarına göre hareket etmeleriydi. Bu olay, hırsıza neden haber vermedin de yakaladın suçlamasıdır. Tek merkezden emir aldıkları söylenenler de nedense görevlerinn gereğini yapmakla suçlanıyorlar.

Olayı tersinden izlemek ve okumak lazım, bu iddiayla ekarte ettikleri her devlet kurumu ve yönetimi konusunda sarayda paralel bir yönetim tablosu ortaya koydular, danışmanlar ordusuyla adeta paralel bir Bakanlar Kurulu oluşturuldu. Tek merkezden yönetim dedikleri yapılanma fiilen harekete geçti ve uygulanıyor. Devletin her kademesinde yaptıkları tasfiyelerden doğan boşlukları AKP İl Başkanlıkları vasıtasıyla dolduruyor, adeta çörekleniyorlar.

Devlete sızmak konusu çok su götürür, kişisel dünya görüşlerinden ziyade bakılması gereken, o işin gereklerinin layıkıyla yerine getirilip getirilmemesi meselesidir. Ondan ötesi niyet okumaktır. Bu durumun hukuken bir karşılığı da yok, kişi görev sebebiyle bir suç işlemişse, ancak bunun ceza kanunundaki yaptırımını uygularsınız.

15 Temmuz sürecinden hemen sonra yapılan yakalama ve gözaltı uygulamalarında ciddi işkence ve kötü muamele iddiaları gündeme geldi. Basına ve sosyal medyaya yansıyan haberler ve görüntülerden de az çok olayın vehameti görülebiliyor. Gözaltında ve daha sonra cezaevlerinde hayatlarını kaybedenler de oldu. Bu vefatların bir kısmı da kayıtlara intihar olarak geçti. Ve yine, gün ortasında adam kaçırmalar da yıllar sonra tekrar gündeme geldi. Hakeza, yurtdışında MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilen insanlar oldu. Tüm bu yaşananların hukuksuz olduğu değişik kesimlerden hukukçular ve insan hakları aktivistleri tarafından söylenmesine, ayrıca AB ve BM gibi kurumların bu yaşananların hukuksuz olduğuna dair hazırladıkları raporlara rağmen nasıl oluyor da bu tür hukuksuzluklar yapılabiliyor/ yaptırılabiliyor?

Suç işleyen ve suçüstü yapılan bir iktidar ve yöneticileri var karşımızda! Ya suçluyum deyip cezasına razı olacak ya da devletin bütün dengesini bozacak, kadrolaşacak, insanları işkence, tutuklama gibi yöntemlerle korkutarak sindirecek ve yönetimini devam ettirerek yargılanmaktan kurtulmaya çalışacaktı. İnsan olarak ar edip her yapılanı söyleyemesekte bugün yapılanlar işkencenin çok ötesinde, eşine veya kendisine tecavüz etmekle tehdit edilenlerden, taciz edilenlere, elektrik verilenlerden, hücrede tutulanlara kadar insanlık onuruyla bağdaşmayacak her türlü pisliği yapan bir ahlaksızlar çetesi var karşımızda. Gün ortasında adam kaçırmalar konusu ise eski bir yara, Beyaz Toros gitti, Siyah Transporter geldi.

Haydut devlet nasıl olunur, uygulamalı olarak yurtdışından insanları kaçırarak gösteriyorlar. Belirttiğim gibi ya saldıracak ya da yargılanacaklar! Bunun bilinciyle hareket ediyorlar. Ama yaptıkları işkenceler ve pislikler bu zorunluluktan değil, insani vasıflarının olmamasından kaynaklanıyor, bu yolu bilinçli olarak kullanıyorlar. Ölümlere gelince dile kolay 100’ün üzerinde bu sayı ve hala işkenceler devam ediyor, hasta tutuklular tahliye edilmiyor. Ölenlerin kanı bu iktidarın ellerinde ve elbette yargılanacaklar. Çünkü Katili Tanıyoruz!

Anayasa Mahkemesi, OHAL dönemi sürdüğü müddetçe KHK’larla ilgili bir işlem yapmayacağını ilân etti. Peki, OHAL dönemi biterse, bu süreçte çıkarılan KHK’lar, hem içerdiği yasalar hem de işten atmalar olarak AYM’ye götürülebilecek mi? Şu anki uygulamaların ‘geri döndürülme’ imkânı var mı? Mağduriyetler giderilebilecek mi? Gasıplar iade edilebilecek mi?

OHAL KHK’ları sadece OHAL süresince geçerlidir ve OHAL kalkınca kendiliğinden yürürlükten kalkar. KHK’lar konu bakımından yalnızca olağanüstü hal durumunun gerektirdiği önlemleri içermeleri gerekirken, bahis konusu son KHK’lar devleti yeniden dizayn etmenin, kalıcı etkileri olan eylemler yapmanın ve parlamentoyu bypass etmenin aracı olarak kullanılıyor. OHAL KHK’larının bir kısmı kanunlaştı ve ancak yeni bir kanunla ortadan kaldırılabilir. Kanunlaşmayan KHK’lar ve içerikler ise OHAL’in kaldırılmasıyla ortadan kalkacaktır.

Ancak mevcut KHK’larla geçici düzenlemeler yerine OHAL gerekliliklerini aşan kapsamı geniş, kalıcı işlemler yapıldı ve bu işlemler neticesi çok ağır mağduriyetler yarattı. İktidar Anayasaya aykırı KHK’larla yargısız infazlar yaptı ve Anayasa Mahkemesi de OHAL süresince KHK’ları incelemeyeceğim diyerek bu hukuksuzluğa şimdilik meşruiyet kazandırdı. Öncelikle hakları ihlal edilenlerce yapılması gereken, hukuki olarak kullanılabilecek her argümanı ve yolu kullanarak hak arama iradesini ortaya koymak ve belgelendirmektir. Ardından sonuç alınamazsa son aşamada AYM ve ardından AİHM’e gidilebilecektir. Bu konuda sosyal medya yoluyla bilgi alınabilecek kanallara ulaşılabilir.

Elbette bu uygulamalar nasıl getirildiyse aynı şekilde tek bir KHK’yla da ortadan kaldırılabilir. Eski hale dönülebilir. Ama bu çok gerçekçi görünmüyor. Kanaatimce verilecek emsal kararlar üzerinden yürüyecek tazminat davalarıyla mağduriyetlerin maddi olarak giderilmesi mümkün olacaktır.
Şu anda yargılaması devam eden kimi şahısların şirket ve mallarına el konuldu, ardından TMSF’ye devredildi ve birçoğu haraç mezat satıldı. Bu tarz gaspedilen hak ve malların iadesi için elbette mücadele edilecek ama bu mümkün olmazsa da tazminat olarak iadeleri mümkün olacaktır. Mağduriyet yaşayanlara en önemli tavsiyem yaşadıkları her hukuksuzluğu belgelendirmeleridir. Elbette hukuk rayına girecek ve hukuk mağduriyetleri kısmende olsa giderecektir. İşte bu aşamada belgelendirilen mağduriyetler önem taşıyor.

Şu an Türkiye’de yargılamanın savunma ayağının çökertildiğine dair ciddi iddialar söz konusu. Yukarıda da belirttiğim gibi, çok sayıda avukat hapiste ya da firari. Savunmasız veya avukat tutacak parası olmayan mağdurlara bu süreçte neler yapmalarını tavsiye edersiniz? Türkiye’de ya da dünyada haklarını arama adına başvurulabilecek ne gibi merciler bulunuyor? Bu noktada yardımcı olabilecek insan hakları kuruluşları ya da hukuk dernekleri var mıdır?

15 Temmuz sonrası tasfiye sürecinde bugüne kadar 1542 Avukat hakkında gözaltı kararı verildi ve bunların 581’i tutuklandı. 125 meslektaşıma uzun süreli hapis cezaları verildi. Ağır hastalık geçirmesine ve bakıma muhtaç olmasına rağmen tahliye edilmeyenler var. 667 Sayılı KHK’ya dayanarak verdikleri hükümle sadece İstanbul’da 400’ün üzerinde avukatın, hakkında “FETÖ” suçlaması olanların savunmalarını yapamayacaklarına karar verildi.

Avukatlar müvekkillerinin kimlikleri üzerinden soruşturmalara dahil edilir, tutuklanır oldular. Müvekkil kimliği bakımından dahil edemediklerini avukatları da iletişim kurduğu kişiler üzerinden yada siyasi görüşleri üzerinden torbaya dahil edip tutukluyorlar.

İmkansızlıklar sebebiyle avukat tutamayan kişiler, tamamen ücretsiz olan, CMK kapsamında avukat yardımından faydalandırılmayı mahkemelerden talep edebilirler. Maalesef CMK sistemine dahil olan ve mesleki ahlaktan yoksun birkaç çürük elma olarak tabir edeceğim avukata rağmen meslektaşlarımın birçoğu insanların düşünce yapısı ve sosyal konumuyla ilgilenmeksizin savunmalarını layıkıyla yapacak meslek ahlakına sahipler. Kötü niyetli yaklaşım ve tavırları gördüklerinde de elbette gerekli şikayet ve avukat değişikliği taleplerinde bulunabilirler.

Ayrıca kişiler avukatlarına yardımcı olabilmek bakımından gönüllü hukukçular tarafından hazırlanan rapor ve sair içerikleri internet vasıtasıyla temin ederek onlara ulaştırabilirler. Twitterda bu konuda çalışma yürüten @neyapilabilir @avmuratakkoc @savunmahakki gibi hesapları takip ederek ve bu adreslerden yönlenebilecekleri internet sitelerinden içeriklere ulaşabilir ve faydalanabilirler. Dava ve savunma hakları konusunda v.s. akıllarında kalan soru işaretlerini çözmek ve destek almak içinde ayrıca @OthersInfo ve @BilgiOhal adreslerinde ilan edilen numaralardan avukatlara ulaşarak her türlü konuda destek isteyebilirler. Bu girdaptan ancak dayanışarak çıkacağız.

İnsanlar her ne kadar işlevsiz de olsa, OHAL Komisyonu’ndan, Anayasa Mahkemesi’ne kadar tüm aşamalara başvurma konusunda kararlı ve planlı hareket etmeliler. Bütün hukuksuzlukları ve mağduriyetleri kayıt altına almak çok önemli, hukukun üstünlüğü hakim olduğunda süresinde başvuru yapılmadığı gerekçesiyle olumsuz kararlarla karşılaşılmasının önüne geçmek için elzem olan bu. Ayrıca Türkiye’deki İnsan Hakları Derneklerine de başvurulabilir. Süreç normale döndüğünde tek bir KHK’yla mağduriyetlerin bitirileceğini, tutukluların salıverileceğini, yargılamaların ortadan kalkacağını ve zararların tazmin edileceğini düşünmek safdillik olur. Ben süreç sonrası haklara kavuşmanın yolunun da yargıdan geçeceğini düşünüyorum. Burada da önümüze “Yargılanmanın Yenilenmesi” dediğimiz yol çıkacak ve aşama aşama haklarımıza tekrar kavuşacağız. Hukuksuzlukları yapanların yargılanacağı ve rahat emeklilik yaşayamayacakları, hem maddi hem de manevi çöküntü yaşayacakları günleri göreceğiz.

Uluslararası arenada da her türlü konuda AİHM’e herkes başvurabilir. Bu konudaki dilekçe örneklerine az evvel izah ettiğim şekilde belirttiğim adreslerden ulaşılabilir. Uluslararası başvuru yolları, konu işkence olunca çeşitleniyor. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Komitesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Uluslararası Af Örgütü gibi kanallara başvurular yapılarak netice almak mümkün.

Aslında uluslararası arenada ülkelerin insanlığa karşı suçlar ve işkence konusunda evrensel yargı yetkisi kullanma hakları var. Ama bu konuya siyasi bakılıyor ve uygulayıp uygulamamak ülkelerin takdirlerinde olan bir durum ve çoğunlukla da isteksizler. Bu devletlerin yargı kurumlarına başvurularak, suçun vasfının bütün insanlığı tehdit eder boyutta olduğu delillendirilip bu evrensel yargı yetkisi tetiklenebilir. Zira kişinin milliyetinin ve suçun işlendiği yerin uygulama bakımından bir önemi yok ve insanlığa karşı suçlar, işkence suçları ve soykırım suçları gibi bütün toplumu tehdit eden suçlar zamanaşımı olmaksızın bu yolla yargılanabilecektir.

Evrensel yargı yetkisinin varlığı dahi Diktatöryal yönetimlerin ve işkencecilerin korkulu rüyası olacaktır. Kaldı ki kimi ülkelerin evrensel yargı yetkisini kullanarak yaşanılan sürecin müsebbiplerini yargılayacakları günlerin uzakta olmadığını düşünüyorum. İşkence ve sair insan hakkı ihlallerinde emredeninden yapanına kadar en azından rahat seyahat edemeyeceklerini söylemek kahinlik olmaz. Yargılanacaklar!

Türkiye’deki mevcut hukuksuzlukların giderilmesi ve ülkenin yeniden hukuk rayına oturtulabilmesi için meslek kuruluşları, ya da uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimler var mı? Bu girişimler karşılık buluyor mu? Daha neler yapılabilir?

Hukuksuzlukların giderilmesi konusunda ilk iş barolara düşmekteydi. Ama barolar bu süreci baro yönetimindekilerin siyasi tercihlerine kurban verdiler. Öyle ki meslek ahlakına yakışmayan şekilde, F.TÖ suçlamasına maruz kalan kişilere CMK’dan avukat ataması yapmamakla övünenler oldu. Hani masumiyet karinesi esastı, her bireyin savunulmaya ihtiyacı ve avukat yardımından faydalanma hakkı vardı. Staj eğitimi sırasında öğretilen tüm meslek ahlakı kuralları siyasi düşüncelere kurban edildi. Hukukun rayına oturtulması yolunda mahkemelere verilen her dilekçe barolara iletilen her türlü dilek ve düşünce, insan hakları derneklerine yapılan her başvuru ayrı önem taşıyor. Hukuksuzluğu giderecek her karar bir mihenk taşı olacak ve sisteme tecavüz edenler ayıklandıkça, yargı makamları tek referans olarak kanunları nazara aldıklarında sarsılan temel tekrar doğrulacak ve hukuk rayına oturacaktır. Adalet Bakanı ve bakanlık bürokratlarının yargıya ilişkin süreçlerde yer almalarına yönelik düzenlemelerin iptali ile de yargı bir nebze siyasi etkiden uzaklaşacaktır.

Uluslararası arenada başvurulabilecek yollara ilişkin çalışmalar mevcut ve kişilerin ve kurumların durumlarına göre başvurular yapılıyor. Kişilerin seyahat engelleri, uzun tutukluluk, işkence, el koyma v.s. gibi konularda yapılmış başvurular ve alınan neticeler var. Bu yolun yardım talebi olanlarla ilgili olarak etkin şekilde kullanıldığını görüyoruz. Bunlara ek olarak ülkelerin Evrensel Yargı yetkisini de delilleri ortaya koyarak tetiklediğimizde bu işkenceci v.s. kişilerin yargılanmalarının önünü açmış olacağız.

Yine uluslararası arenada farklı ülkelerdeki barolar ve insan hakları örgütlerine yapılan başvurular var ve bu başvurular neticesinde hazırlanan, Türkiye’deki hukuksuzlukları ortaya koyan raporlar ile kınama açıklamaları var.

Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

Hepimiz, insanların hayatını, işini, ekmeğini çalan, hiçbir ahlaki değeri ve sınırı olmayan, insanlık katili bir güruhun saldırısına uğradık! Er ya da geç hepsi hukuken karşılığını alacak! Bu hukuksuzluklarda parmağı olanların emeklilik planlarını cezaevi koşullarına ve ödeyecekleri tazminatlara göre yapmalarında fayda var. Ayarını bozdukları hukuk kantarı elbet onları da tartacak.

Elbette hukuksuzluklar yapanların yanına kar kalmayacak ve yargılanacaklar, ama intikam içinde kaybedilecek vakit yok, hukuk düzenini rayına oturtmak gerekiyor. Zarar görende, görmeyende el ele vermeli ve hukuku geri getirmeli. Yoksa bu çark bizler gibi, çocuklarımızı da öğütecek ve bu diktatoryal düzen farklı isimlerle yaşamaya devam edecek.

Source: 

Read More

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1