Lawyers In Exile

Avukat Kemal Şimşek: Yargı açısından bu dönem tarihe “yüz karası’’ olarak geçecektir

Evet, Türkiye bugün olağanüstü sancılı bir süreçten geçmekte…
Temel insan haklarının, özgürlüklerin, ifade ve basın hürriyetinin büyük yaralar aldığı, hukukun adeta mefluç hale getirildiği bir dönem bu.
Mevcut iktidar, devlet yapısında, yargıda, yasamada ve yürütmede çok köklü değişimler yapıyor. Yargı bundan en büyük payı alanlardan.

Evet, yargıya hoyratça müdahalelerin yapıldı bir dönem bu…
Türkiye’de yargıda kadrolaşma iddiaları yeni değil. Siyasal iktidarların gücünü en çok göstermeye çalıştığı alanlardan biri yargı. Doğu Perinçek de “Yargı, siyasetin köpeğidir” sözüyle buraya manidar bir tüy dikiyor!
Fazla uzağa gitmeye ne hacet!

28 Şubat’ta binlerce başıörtülü öğrenci mağdur edildi, memur işinden oldu.
O meşum günleri bizzat yaşamış biriyim. Hem askerlik, hem de memuriyet hayatımda.

Hakkımızı ararken, muhatap bulamadık, şikayet dilekçelerimizi verebileceğimiz mercii bulamadık, mahkemelerden ‘beyhude yorulma kapılar sürmeli’ reddiyesi yedik. İdeolojik saplantılarıyla hareket eden memurların, memurelerin istiskal ve istihzalarına maruz kaldık. Evet, özyurdumuzda garip hissettik kendimizi… En son Danıştay’ın kapı gibi nihai kararıyla da elimiz kolumuz bağlanmıştı! Koskoca ülkenin dar geldiği, mahkeme binalarının üzerimize üzerimize yürüdüğü kasvetli yıllardı 28 Şubat dönemi…

Taa, yıllar sonra tevafuken Ankara’da gördüğümüz ve başımıza bu işleri bizzat saran sabık bir milli eğitim müfettişinin ağlayarak gözyaşları içinde helallik isteyip, ‘biz de emir kuluyduk’ deyinceye kadar!..
Evet, hakkal-yakin de tecrübe etmiştik ki, zalim asla ve kat’a zulmüyle abad olmuyordu, olmayacaktı da…!
……
2010 yılı Referandumu yakın Türkiye tarihi için önemli bir eşiktir. AKP Hükumeti’nin de adım adım yargıya ağırlığını koyduğu bir dönemin başlangıcıdır! Bugünse yargı erkinin tamamen iktidarın güdümüne girdiğini görüyoruz. Na-ehil ve liyakatsız kimselerin, iktidarla olan angajmanları sayesinde yargıda hayati pozisyonlar edindikleri, iktidarın yargıda ideolojik bir kadrolaşma içinde olduğu iddiaları artık ayyuka çıktı! Kudretliler yargı marifetiyle, zayıfı terbiye ederken, zararın ve zulmün kendisine henüz dokunmadığı ortadaki kesimler ise adeta bir ‘oh olsun’ havasında.

Beri yandan, yargılamanın savunma ayağı da çökertildi. Birçok avukat hapiste ya da firari. Yargı ayağının durumu ise çok daha feci durumda. Buna kim, ne zaman dur diyecek! Binlerce, yüzbinlerce insan mağdur edildi. Kimi malından, kimi özgürlüğünden ve hatta canından edildi. Mazlumlarda tam bir şaşkınlık ve panik hali… Kimse hakkını nasıl savunacağını bile bilemiyor.

Bir gün gelip de bütün bunların hesabının sorulacağı ileri sürülüyor. Bu ne kadar mümkün!
Zihnim, ötedenberi bu ve buna benzer kaygılarla karmakarışık!
The Circle’da okuyacağınız işte bu mülakatlarla pek çok soruya cevap bulacaksınız. Umulur ki zihninizde Süreç’le ilgili pek çok müphem mevzu vuzuha kavuşsun!
…..

Dün başkaları mağdurdu! Bu dönemin mağduru Cemaat. Yarın sıranın kime geleceğini kim biliyor!
Olan biteni anlamak için hukuk camiasının kıdemli isimlerle görüştüm. Uzun uzun konuştuk, yazıştık. Süreç’in, Türkiye’nin Olağanüstü yıllarının hukuki veçhesini anlamaya çalıştık.

Pek çok hukukçu, yargı mensubu çeşitli sebeplerden dolayı konuşmak istemedi. Yine müstear isimlerle çok önemli açıklamalar yapmak istediklerini beyan edenlere de, gerçek kimlikleriyle yazmadıkları müddetçe The Circle’da yer verilmedi.

Sonuçta 11 Hukukçuyla görüşüp bu mülakatlar serisini hazırladık. Ortaya çok önemli bir data çıktı.

Önemli konuları konuştuk: ByLock’tan, 15 Temmuz Darbe Girişimine, mağduriyetlere, KHK’lara, işten çıkarmalara, işkencelere, Balyoz ve Ergenakon davalarına kadar pek çok konuyu, çoğunu kamuoyundan yakinen tanıdığınız hukukçularla mütalaa ettik. Avukat, savcı ve hakimlerle…
Süreç’in en başından beri çok ciddi bir hukuk mücadelesi veren Kemal Şimşek ile başladık mülakatlara. Kemal Bey, sürecin hukuki kaydını tutan bir hafıza. Mülakatların organizesinde de emeği çok büyük. Temel kaygısı, bugün olan biteni herkesin kolayca anlayabileceği şekilde bir kez daha, belki biraz daha derli toplu anlatabilmek, mağdurlara yol göstermek, meslektaşlarına ‘durun bu cadde çıkmaz sokak’ diyebilmek… bugün söylenmesi gerekeni eğmeden bükmeden bugün söyleyebilmek.

Kemal Şimşek Bey, konuşmamızda bize, takip edecek diğer mülakatlar için de faydalı olacak hukuki ve siyasi bir bağlam ve zemin sunuyor. Adeta yakın Türkiye tarihinin muhtasar bir hukuki serencamesini veriyor bize. Türkiye’deki hukuk cinayetlerinin yeni olmadığını, bunun aslında bir zihniyet sorunu olduğunu görüyoruz. Mazlumken, hakkaniyetle, hukuki bir biçimde ‘’Yeter, daha fazla zulüm olmasın, hukuk ayaklar altına alınmasın, yargı siyasallaşmasın’’ diyor.
Ve şunun altını çiziyor:

Türkiye’de yargı her dönem siyasetin güdümünde oldu, siyasetçi hoyratça kullandı yargıyı… Ama hiçbir dönemde hukuk bu kadar siyasallaşmamıştı!
Kendinizden kısaca bahseder misiniz?

Bir insanın kendini anlatmak zorunda kalması zor bir durum, ama kısaca üçüncü bir gözle ifade etmiş olayım. Avukat Kemal Şimşek, 1976 yılında dar gelirli bir işçi çocuğu olarak İstanbul’da doğdu. Zor hayat şartları altında, ilk orta ve lise öğrenimini İstanbul’un değişik semtlerinde tamamladı. Lisede sayısal bölüm mezunu olması ve hayallerinin daha farklı olmasına rağmen, kendisini büyük zorluklar içerisinde okutmuş babasının bir beklentisini, arzusunu gerçekleştirebilmek için 1994 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu.

2000 yılında mezun olduktan sonra, Avukatlık Stajını tamamlamadan evlenmiş, bir müddet avukatlık yaptıktan sonra dil öğrenimi için İngiltere’ye gitmiş, bir yıl sonra Türkiye’ye dönerek faal avukatlığa devam etmiş, bu arada İstanbul Ticaret Üniversitesinde Uluslararası Ticaret ve AB dalında Yüksek Lisansını tamamlayıp, İstanbul Üniversitesi Özel Hukuk Doktora programına kaydolmuş, akademik kariyer yapmayı çok arzu etmesine rağmen değişik vesilelerle bu hayalini yarıda bırakmak zorunda kalmış, halen hayat mücadelesini sürdüren insanlardan bir insan.

İstanbul Barosuna kayıtlı 16 yıllık avukat. Evli ve 3 çocuk babası. Son dönem kamuoyunda mevcut siyasal iktidar tarafından “Kumpas Davaları’’ olarak nitelendirilen Selam-Tevhid ve Tahşiye davalarında Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde çalışmış, başarılı bir geçmişe sahip olmalarına rağmen birçoğu halen haksız ve hukuksuz biçimde tutuklu bir kısım eski Emniyet Müdürü, Başkomiser ve Komiserlerinin avukatlığını yapmış olmasını sergüzeşt-i hayatının en önemli bölümlerinden biri olarak görür. Okumayı sever, yazmayı çok ister. En büyük hayallerinden biri ülkesinin cinnet ve türlü travmatik hallerinden kurtulup, her yönüyle çağdaş bir ülke olup, normalleşmesi. Dünyanın hiçbir yerinde çocuklar ve analar ağlamasın, karnı doymayan insan kalmasın, zulümler son bulsun. Bu kadarı yeterli olur umarım.

Dünya Adalet Projesi (WJP) tarafından hazırlanan ve ülkelerdeki hukuk sistemlerini değerlendiren “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi” verilerine göre Türkiye’nin 113 ülke arasında 101. sırada yer aldığı açıklandı. Türkiye’nin, 2014 tarihli aynı endeks sıralamasında ise 59. sırada bulunduğu açıklanmıştı. Öncelikle, kısa süre içinde bu büyük değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’ hangi düzeyde? Yine buna bağlı olarak, sizce yargının bağımsız ve tarafsız olması ne anlama geliyor? Yargıdaki kadrolaşma iddialarını da göz önünde bulundurursak, “Akp Yargısı’’, “Cemaat Yargısı’’ gibi kavramlar ne anlama gelmektedir?

Kapsamlı ve önemli bir soru. Açıkça ifade etmek gerekirse, gelinen nokta, bu süreci yakından takip eden ve baştan itibaren gidişatın iyi olmadığını ve çok ağır sonuçları olacağını dile getirenler açısından hiç sürpriz olmadığı gibi şaşırtıcı da olmamıştır. Özellikle 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından hemen sonra, mevcut siyasal iktidarın kendisini doğrudan ilgilendiren, ülke açısından hayati ehemmiyeti haiz yolsuzluk iddialarının soruşturulmasının önüne geçmek ve kendisine çıkacak muhtemel ağır faturayı ödememek için yaptığı her hukuksuz hamle, adım adım bu sonucu meydana getirmiştir. Malumunuz Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk, rüşvet ve ihaleye fesat karıştırma iddialarını içeren soruşturmalar, yargı ve emniyet camiasına yapılan büyük operasyonlarla üzeri kapatılarak, birçok emniyet mensubunun tutuklanmasına, görevden alınmalarına ve birçoğunun da aileleri ile birlikte defalarca sürülerek en sonunda onların da görevden alınmaları ile sonuçlanmıştır.

Aynı şekilde, yargıda ‘bir proje yürütüyoruz’ sözünden yola çıkılarak anayasaya aykırı olarak ihdas edilen Sulh Ceza Hâkimlikleri adeta iktidarın sopası olarak kullanılmış ve almış oldukları hukuka aykırı kararlarla, on binlerce insanın hürriyeti kısıtlanmış, birçoğunun mallarına el konmuş, yazılı ve görsel medya ile birlikte sosyal medyada yer bulan tüm muhalif sesler bu mahkemeler eliyle susturulmaya çalışılmış ve halen de çalışılmaya devam etmektedir.

17/25 Aralık sonrasında müvekkilleri nedeniyle dosyalarda görev almış ve “Kaç İsmail’’ vakası ile birlikte siyasal iktidarın hâkim odasında suçüstü yakalanmış olmasının canlı şahidi olmuş bir avukat olarak şunu söyleyebilirim ki, yargı açısından bu dönem muhtemelen tarihe “yüz karası’’ olarak geçecektir. O tarihlerde gerek müvekkillerimize gerekse bizlere yaşatılan hukuksuzluklar karşısında yapılan basın açıklamaları ve uyarılar dikkate alınmadığı ve bu hukuksuzluklara her kesimden, ülkenin geleceği adına, ortak bir ses çıkarılmadığı için, yangın tüm ülkeyi sarmış ve adım adım herkesin bir şekilde bu yangın nedeniyle mağdur olduğu/olacağı bir aşamaya gelmiştir. Bu noktada sorunuz içerisinde yer alan Türkiye’de “hukukun üstünlüğü’’ hangi seviyede derseniz, buna ekonomistlerin tabiriyle “çöp seviyesinde’’ demek abes olmaz sanırım.

Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki, bu dönem itibariyle yargıda olan biten her şeyin kitabı yazılsa, bu kitap, hukuk fakültelerinde “bir ülkenin hukuk ve yargı sistemi nasıl olmamalı’’ başlığıyla kapsamlı bir ders kitabı olarak oldukça önemli işlev görecektir diye düşünüyorum.

Bu dönem, yüksek yargıçlarının, siyasiler karşısında bazen hazır ol vaziyetinde, bazen iki büklüm duruşlarıyla ve bazen de düğmesi olmadığı unutulan cüppelerin muktedir karşısında telaşla iliklenmeye çalışıldığı, en önemlisi de muktedirle birlikte çay hasadı yaptıkları karelerle hatırlanacaktır. Yine saraylarda çekilen kuralar ve muktedirin yargı mensuplarınca ayakta alkışlandığını gösteren fotoğraf kareleri ile de bu dönemin hafızalara silinmez bir şekilde kazındığını söylemek yanlış olmasa gerek.

Aynı şekilde, Anayasada mevcut hâkim ve savcı teminatlarını hiçe sayarak, HSYK vekili tarafından kendi meslektaşlarına nasıl tuzak kurulduğunu ve binlerce hâkim ve savcının kurulan tuzaklara nasıl düşürülerek mesleklerinden alındıklarının/tutuklandıklarının açıkça itiraf edildiği, aynı HSYK tarafından daha verdikleri hukuki kararların mürekkebi kurumadan, verilmiş kararın “birilerinin canını sıkmış olması veya birilerinin istediği gibi olmaması’’ nedeniyle o günün akşamında tayin görüp sürgün yiyen hâkimleri gördük. Bu yüzden tüm hâkim ve savcıların üzerlerinde oluşmuş baskı ve korku iklimi nedeniyle kendi iradeleri dışında, emir komuta ile hareket etmek durumunda kaldığı bir yargı düzenine de bu dönem şahit olduk, oluyoruz.

Peki bu sırada asıl bu gidişata dur demesi gereken hukuk adamları, akademisyenler, hukuk fakülteleri ve en önemlisi de Barolar ve Barolar Birliği neler yapıyordu!
Maalesef, bahsi geçen kişi ve kurumlar, toplumun bir kesimine yapılan işkence ve zulümlere tek kelime bile ses çıkarmayıp, verdikleri örtülü ve açık desteklerle adeta “Oh Olsun’’ cu bir tutum takınarak tüm hukuksuzluklara geçit vermiş, verilen bu desteklerle yangının daha da büyümesine neden olarak “Yok artık, bu kadar da olmaz’’ dedikleri sınırları da aşmasında başat bir rol oynamışlardır. Bir Baro başkanının bu dönemde emniyet ve adliye nezarethanelerinde avukat tutamadıkları için CMK kapsamında avukat talep etme hakkı olan mağdurlar için övünerek “Onlara avukat dahi göndermedik’’ dediğini, aynı şekilde Barolar Birliği yetkilileri tarafından da ortaya saçılan onca belge ve bilgiye rağmen ülkede “İşkence Yok’’ denilerek yapılan tüm hukuksuz uygulamalarda örtülü ya da açıktan cesaretlendirici bir katkı sağladıklarını da hatırlamak gerekir.

Bu dönem için hukuk ve hukuksuzluklar adına anlatılacak o kadar çok konu var ki, şu ana kadar anlatmaya çalıştıklarım bu konuların özeti dahi olamaz. Şimdi hal böyle ve hukuksuzluklar adına fotoğraf bu kadar net iken kim çıkıp hala bizde “tarafsız ve bağımsız yargı’’ var derse, bu kişinin niyetinden şüphe etmek gerekir.
Peki sorunuzda geçen “tarafsız ve bağımsız yargı ne anlama geliyor’’ sorusuna verilecek cevap ne olur derseniz, az önce bahsini ettiğim kötü örneklerin olmadığı yargı, biraz daha tarafsız ve bağımsız olabilecek bir yargıdır derim kısaca. Çünkü bakınız WJP’nin 2014 tarihli raporunda yargıda iyi denilen noktada ancak geldiğimiz sıra 59.luk. Demek istediğim şu ki, aslında biz hiçbir zaman yargıda ideal bir seviyeye ulaşmış bir ülke olamamışız.

Çünkü yargı dediğiniz sitem devlet çarkı içinde bir sitem olup, unsurları itibariyle çoğunlukla insan faktörü rol oynar. Dolayısıyla siz, yargı teşkilatını ve seviyesini içinde bulunduğunuz ülke şartları ve insan kalitesinden bağımsız düşünemezsiniz. Türkiye’de yargının kalitesinin de ülkenin başta ekonomik olmak üzere, genel eğitim ve ahlak seviyesinden doğrudan etkilenmesi oldukça normal bir durumdur. Bir de bunun yanına yargı üzerinde egemen olmaya çalışan bir yürütme sitemini geçit verici mahiyette yasal düzenlemeleriniz mevcutsa, o zaman ülke olarak yargıda neden bir düzen tutturulamıyor sorusunun cevabına ulaşmış oluruz.

Herkesin bildiği İstiklal Mahkemeleri ve Yassıada Mahkemeleri konusuna girip uzak geçmişe gitmeden, yakın dönem bir Adalet Bakanı’nın yargı için “kendi adamlarımı almayayım da kimleri alayım’’ dediğini hatırlayalım. Yine kısa sayılabilecek bir zaman önce “vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışan’’ yargı mensuplarını konuşurken bir süre sonra “Cemaat yargısı’’ nı şimdi ise “AKP yargısı’’nı konuşuyoruz.

Ama tüm bu yaşanılanlara rağmen şunu söyleyebilirim ki, yargıda hiçbir zaman şimdiki gibi bir dönem olmamış, şimdi Cumhurbaşkanlığına adaylığını koymuş bir siyasinin ifadesi ile “Yargı siyasetin köpeğidir’’ denmemişti. Aynı kişinin, “mevcut F.TÖ operasyonlarını yargıda ve emniyetteki birkaç adamımız yapıyor’’ dediğini de bir kenara not etmiş olalım. Dolayısıyla yargıda şu andaki içler acısı durumumuz aslında ülkenin içler acısı durumunu yansıtıyor ve bu durumun meydana gelmesinde öyle ya da böyle toplumun her kesiminin katkısı var demek çok da yanlış olmaz.

Ancak, yukarda ifade ettiğim gibi, herkes gibi yargı mensupları da içinden çıktığı toplumun çocuğudurlar. Çok kültürlü bir toplumuz. İçlerinde dindarı, ateisti, cemaat mensubu, sağcısı solcusu mutlaka olacaktır. Esasen insanları tek kalıba sığdırmaya çalışmak kadar bir insana ve topluma yapılabilecek başka bir büyük kötülük olamaz. Bunun böyle olması bağımsız yargıya engel değildir. İnsanları fişleyerek ve yapılacak niyet okumalarla bir şey elde edemezsiniz. Mesele zihniyet sorunu.

Her kriz dönemi aslında kendi için de fırsatları da barındırır derler. Önce buna inanmak gerekir. Dolayısıyla bu dönemin hatalarından dersler çıkarılıp, bu durum büyük bir fırsata çevrilebilir. Çünkü artık yargıda ne olması gerektiği kadar ne olmaması gerektiğini de yakinen müşahede etmiş olduk. Yapılacak yasal düzenlemelerle ve ortaya konacak ciddi bir irade ile doğru hamleleri yapmak mümkün. Yalnız cüppeyi sırtına geçiren kişinin ahlâk ve eğitim seviyesi de önemli tabii ki. Toplumsal hastalıklarımızın başında gelen, “adamcılık’’, “yandaşlık’’, “insan kayırma’’, “rüşvet’’ gibi hastalıkları bertaraf ettiğiniz takdirde bu alanda aslında birçok şeyi halletmiş olursunuz. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok derler ya hani, gelişmiş ülke yargı sistemlerini inceleyip aynı doğruları hukuk fakültelerinden başlayarak bizim ülkemizde de uygularsanız yargıda benzer sonuçlar alınmasının önünü açmış olursunuz.

Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, 15 Temmuz sonrası, 2300’ ü aşkın hâkim ve savcı, 700 civarında da avukat tutuklandı. Ayrıca, 2000’in üzerinde hâkim, savcı ve 1000’in üzerinde avukat hakkında da soruşturma yürütüldüğü bilinmektedir. Bunlar, resmi rakamlar. Türkiye yargısının geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda hal-i hazırda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve yine buna bağlı olarak, darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen askerlerden önce hukukçulara operasyon yapılmasını nasıl açıklıyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişimin hemen akabinde, on binlerce kamu personeli, öğretmen, doktor, hemşire, işçi, hâkim, savcı vs. –darbede yer aldıkları, darbeci oldukları- gerekçesiyle bir anda görevden alındılar, ihraç olundular, mallarına el kondu ve birçoğu da hapse atıldı. Hem ihraç hem de gözaltı işlemlerini dikkate aldığınızda bu insanlarla darbe arasında nasıl bir bağlantı kuruldu? Gerçekten bu insanlar darbeci miydi, darbenin neresinde yer almışlardı? Son olarak da sizin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum?

Sorunuzu cevaplamaya sondan başlayayım. Darbelerden bu kadar çekmiş ve her darbe döneminde kelimenin tam anlamıyla büyük çöküntü yaşamış bir milletin ferdi olarak ne şekilde olursa olsun demokratik sisteme müdahale teşkil eden herhangi bir hareketin tasvip edilmesi mümkün değildir. Çünkü her darbe dönemi öyle ya da böyle, kan-gözyaşı demektir, işkence demektir, insanların hapsedilmesi, sürülmesi eza-cefa görmesi demektir. Muhatabı kim olursa olsun bu tarz sonuçları kimse adına istemek doğru değildir.

15 Temmuz darbe girişimi de eğer içinde ileri sürüldüğü üzere iktidarın bir oyunu yoksa, silahlı kuvvetlerin demokratik sisteme doğrudan müdahalesini içeren her yönüyle aydınlatılmış gerçek bir darbe girişimi ise hukuken de insanlık olarak da kesinlikle tasvip edilmesi mümkün değildir.

Burada sıkıntı doğuran husus şu, ortada bir darbe girişiminin bulunup bulunmadığını ve varsa ne şekilde olduğu, faillerinin kimler, fillerin neler olduğunu ortaya çıkarması gereken iktidarın, ne hikmetse, darbenin araştırılması ve tüm gerçekleri ile ortaya çıkarılması adına atılan adımları engellediğine şahit oluyoruz. Darbenin araştırılması için muhalefetin baskısıyla güçlükle oluşturulan Meclis Komisyonu’nun iktidar mensubu milletvekillerinin etkisiyle sulandırıldığı ve daha da ileri götürülerek kadük bırakıldığını gördük. Malum, aynı şekilde darbecilikle suçlanan Hizmet Hareketi yahut Cemaat’in en üst düzeyde uluslararası bir darbe komisyonu kurularak darbenin her yönüyle araştırılması teklifine karşı da iktidar kanadından tek cümle karşılık verilmedi.

Buna karşılık, mevcut iktidarın “Allah’ın bir lütfu’’ olarak nitelendirilen bu darbe girişimi ile ilgili olarak, kafalarda soru işareti barındıran onlarca soruya makul ve mantıklı cevaplar vermesi bir yana, yaptığı her açıklama kafalarda daha çok soru işaretleri oluşmasına sebebiyet verdiğini görmekteyiz. Sadece mevcut Cumhurbaşkanı’nın darbe gününe dair sorulara verdiği cevaplara baksanız kafanızın karışması için yeterli. Sosyal medya üzerinden bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç gazetecinin sorumlu bir gazetecilik anlayışıyla cesurca olayın üzerine gittiğinde yahut, yabancı ülke istihbarat teşkilatları, ülkelerin üst düzey yetkilileri ve bazı çok uluslu kurum ve kuruluşların 15 Temmuz darbesi ile ilgili yaptıkları değerlendirmeler dikkate alındığında, esasen 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili gerçeklerin hükümet ve havuz medyası olarak adlandırılan hükümet medyasının yazdıklarının, anlattıklarının aksine, fotoğrafın aslında bize gösterilmeye çalışıldığından çok daha farklı olduğunu görüyoruz. Düşünün darbe gününden hemen sonra “kahraman’’ ilan edilenlerin şu anda “sahtekâr’’ ilan edildiği bir döneme geldik. İlerleyen zamanlar ne gösterir bekleyip göreceğiz.

Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişimi ile ilgili mevcut hayati sorulara makul ve mantıklı cevaplar verilmediği ve olayın üzerine hukuken ciddi bir kararlılıkla gidilmedi müddetçe bu darbe girişimi ile ilgili net şeyler konuşmak zor.

Hal böyle iken, sorunuzun başında da ifade edildiği üzere, böyle bir darbe girişiminin daha sabahında nerde, ne zaman, ne şekilde hazırlandığı bilinmeyen fişleme listeleri ile insanlar ne olduğu belli olmayan darbeden sorumlu tutularak, işlerinden atıldı, mallarına el kondu, tutuklandı, tartaklandı, hakarete uğradı ve en önemlisi de işkenceye uğradı ve hala uğramaya devam ediyor. Sorgusuz, sualsiz, cezaevine atılan on binlerce insan haklarında daha bir iddianame bile yazılmadan aylarca cezaevinde tutuldu. Tarihte eşi benzerine rastlanılması mümkün olmayacak şekilde bebekli ve hamile bayanlar, doğumhane kapısından alındılar. 700’den fazla çocuğun annesi ile birlikte cezaevinde olduğu gerçeği var. Birçok çocuk anne babasından ayrılmak zorunda bırakıldı, akrabaları korktuğu ve bakacak kimseleri olmadığı için yetimhanelere bırakıldı ve anne babalar çocuklarından haber alamaz durumdalar. Hallerini bir düşünün. Hepimiz anneyiz babayız, kız kardeşlerimiz, bacılarımız var. Kimse de ne oluyoruz yahu, ev hanımlarının, bebeklerin darbe ile ne ilgisi var ki, yasaları bile çiğneme pahasına onları cezaevine atıyorsunuz demedi, belki de diyemedi. Hastalığı nedeniyle tedavisi yapılmayan ve cezaevinde tutulması kanunen mümkün olmayan insanlar masumiyet karinesi yerle bir edilerek, haklarında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı dahi olmadan cezaevinden tabutlarıyla çıktılar.

Peki gerçekten bir ev hanımının, öğretmenin, hâkim-savcının, doktorun, avukatın vs. darbe gerekçesi ile tutuklanmaları mümkün mü? Daha ortada kim tarafından ne şekilde icra edildiğinin delilleriyle ortaya çıkarılması bir yana, tüm gerçekliği ile ortaya çıkarılmasının bizzat iktidar tarafından engellendiği bir darbe iddiası nedeniyle, aynı iktidarın hedef göstermesiyle, bu insanların darbenin neresinde ve ne şekilde yer aldıklarını kuvvetli delillerle ortaya koymadan peşin peşin darbeci iddiasıyla tutuklamanız mümkün olamaz, bu hukuken mümkün değildir. Zira, son dönemde bu insanların büyük kısmı hakkında ileri sürülen “darbeci’’ suçlamaları nedeniyle haklarında beraat kararı verildiği ve sadece örgüt üyeliğinden cezalandırıldıkları görülmektedir. Ortada bir darbe varsa ve bu darbe suçunu icra edenler her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delillerle suçlanmışsa tabii ki cezalandırılacaklardır. Suçun maddi ve manevi unsurları tam olarak ortaya konduğunda, fiil, fail ve netice arasında illiyet bağı, hukuken elde edilmiş delillerle net ve şüphesiz bir şekilde kurulduğunda, yasal mevzuatta tespit edilmiş her türlü suçun cezasını mahkemeler tatbik eder etmek de zorundadırlar. Ama şu andaki uygulama önce peşin peşin suçla, hapse tık, mağdur et, sonrasına bakarız anlayışıdır.

Yeri gelmişken, 15 Temmuz darbe girişiminin yargılandığı davalarda, gencecik Harp Okulu öğrencilerinin ve durumdan habersiz emir kulu erlerin defalarca müebbet hapis cezaları ile cezalandırılırken darbede aktif rol oynadığı iddia edilen birçok paşanın elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşmasını ne ile izah edebilirsiniz? Hatta ve hatta, geçenlerde mahkemesi görülen ve karara bağlanan 28 Şubat davasında, haklarında işlemiş oldukları darbe suçlamasının mahkeme hükmü ile tescil edilmiş olduğu sanıklara çok ağır cezalar takdir edilmesine rağmen karar kesinleşene kadar hepsinin tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalmalarına karar verilmesi, bunca masum insan darbe gerekçesiyle aylardır tutuklu iken, hangi vicdana sığar sormak isterim? Bu en basitinden insan zekasıyla dalga geçmek değil de nedir? Darbe konusunda samimiyetiniz bu mudur? Amacınız üzüm yemek mi yoksa bağcı dövmek mi? Hukuku kimse kafasına göre uygulayamaz. Hukuk bu kadar keyfiliği kaldırmaz. Bana göre suçlu, sana göre suçsuz diye bir şey yoktur. Deliller vardır. Bu delillerde şüphenin zerresi olsa mahkûmiyet veremezsiniz. Hukuk istediğiniz şekilde insanların hayatına kıyacağınız bir giyotin değildir.

Bu nedenle ortada büyük bir bilgi kirliliği varken ve işkence ile elde edildiği ileri sürülen sözüm ona “itirafçı’’ beyanlarından başka sağlıklı deliller yokken, Anayasa ve tüm hukuk kuralları hiçe sayılarak, büyük bir medya baskısıyla, büyük büyük yalanlar atılarak gerçekler gizlenmeye çalışılıyor ve insanlar mağdur ediliyorsa, buna önce yargının ve hukukçuların dur demesi lazımdı ama maalesef denmedi. Yargı burada da imtihanı geçemedi maalesef.

Cemaat ile ilgili olarak Paralel Devlet Yapılanması ve ‘terör örgütü’ iddiası var. Öncelikle Türkiye’deki yasalara göre terör örgütü olmanın koşulları nelerdir? Görülmekte olan davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olarak gösterilen eylemler nelerdir? Tek merkezden emirler alındığı ve bürokratların ‘paralel devlet’ gibi davrandığı iddialarının delilleri nelerdir? ‘Devlete sızmak’ meselesinin hukukî karşılığı var mıdır? Bu iddialarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle terör ve terörizm kavramları üzerinde bütün hukuk sistemlerinin vermiş olduğu ortak bir tanımlamanın mevcut olmadığını belirtmek isterim. Her ülkenin mevcut hukuki, siyasal ve sosyolojik yapısı bu tanımların yapılmasında etkili olabilir. Genellikle siyasi sonuçları nedeniyle bu kavramlar ülkenin yönetilme biçimi, demokrasisi ve içinden geçtiği siyasal ve sosyolojik süreçler nedeniyle değişiklik gösterebilmektedir. Bu nedenledir ki, bir ülkenin terörist örgüt olarak tanımladığı bir grubu, bir başka ülke veya uluslararası kuruluşlar terör örgütü olarak tanımadığı gibi bilakis, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi veren gruplar olarak da görebilmektedirler.

Her ülkede örgütlü yapılar mevcuttur. Birçok ülkede örgütlü yapılanmalar güçlü bir demokrasinin gereği olarak görülür ve desteklenir. Bunlar vakıf-dernek vs çatısı altında toplanmış resmi yapılar olabileceği gibi, tamamen gönüllü, bağımsız gruplar da olabilirler. Muhalif yapıda olanları olduğu gibi, devlet destekli veya devlet yararına örgütlenmeler de olabilmektedirler. Genel kabul gören kanaat, bu örgütlenmelerin bireylerin siyasal ve sosyolojik hayata aktif katılımını sağladıkları için demokrasi adına zenginlik içerdikleri ve desteklenmeleri gerektiği şeklindedir.

Bunun yanında suç işlemek amaçlı bir araya gelmiş gruplar vardır ki, bunlara da her ülke tanımlamasını yaptığı suç türlerine göre “organize suç örgütleri’’ veya “yasa dışı terör örgütleri’’ olarak muamelede bulunmaktadır.

Peki ülkemizde durum nasıl? Esasen kanunlarımızda “terör suçu” ve “Paralel Devlet Yapılanması’’ adı altında bir suç ve ceza düzenlemesi yapılmış değildir. Suçların niteliklerine göre ve 3713 sayılı Kanunun 4. maddesinde sayılan suçların terör kastıyla işlenmesi hallerinde, “terör suçu” gündeme gelebilmektedir. Prof. Ersan Şen: “Cebir ve şiddet kullanılarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 3713 sayılı Kanunun 1. maddesinde sayılan amaçlara yönelik olarak suç işlemek için kurulan yapılanmalara ise “terör örgütü” denilmektedir. Suçsuzluk/masumiyet karinesini de dikkate alarak, bir terör örgütünün varlığının kabulü ve mensupları hakkında buna göre hareket edebilmek için, öncelikle bir terör örgütü yapılanmasının varlığının tespit edilebilmesi gerekir. Bu varlığın tespiti, dört şekilde mümkündür; iç hukukta kesinleşmiş mahkeme kararı, ulus üstü yargı erkinin kesinleşmiş kararı, bağlayıcı uluslararası sözleşmeler ve uluslararası resmi bir teşkilatın bağlayıcı kararı. Bunlardan birisi olmaksızın; terör örgütü, mensubu, propagandası, terör suçu veya terör amacıyla işlendiği ileri sürülen suçlardan dolayı açılan soruşturmalarda, ceza yargılaması tekniklerinin uygulanması mümkün olmakla birlikte, terör örgütünün varlığının kabulüne bağlı tedbir ve yaptırımların tatbiki isabetli değildir’’ der.

Şimdi bu bilgiler kapsamında, Cemaat mensupları hakkında yanlış hatırlamıyorsam 28 Şubat döneminde “Aynı gerekçelerle’’ bir ceza davası açılmış ve yapılan yargılama sonucunda yerel mahkeme tarafından verilen hüküm, Yargıtay tarafından da onanarak o dönem itibariyle “Terör Örgütü’’ suçlamalarından beraat etmişlerdir. Aradan geçen dönemde cemaat, birçok üst düzey devlet yetkilisi tarafından faaliyetlerine iştirak edilerek sözlü ve fiili olarak desteklenmiş ve uluslararası alanda da yaptığı faaliyetlerle adından sıklıkla söz ettirmeye başlamıştır. Şimdi görüntü bu iken, cemaat mensubu oldukları iddiasıyla henüz ortada bir terör örgütü kararı yok ve daha önce benzer iddialarla beraat ettirmiş olduğunuz insanları hukuken aynı iddialarla tekrar yargılamanın mümkün olmamasına rağmen, bu masum insanların “terörist’’ suçlaması ile tekrardan yaftalayarak, baskı, işkence, hakaret ve hatta ölümlere varan muamelelerde bulunulması tek kelime ile insafsızlıktır, insani olarak görülemez. Beraat eden iddialar hariç, ortada o davada ileri sürülmeyen yeni suç ve deliller için az önce ifade ettiğim gibi, fiil, fâil ve her ikisi arasındaki illiyet bağı kurulmadan insanları bu derece ağır bir muameleye tabi tutamazsınız.

Açılışı üst düzey devletin erkanı tarafından yapılmış meşru bir bankaya para yatırılmış olması hiçbir şekilde suç teşkil etmez. Maddi durumu olmayan öğrenciler için kermes düzenleyip, mantı açmak ve para toplamak dünyanın hiçbir yerinde suç olmadığı gibi ülkemizde de suç değildir. Dediğim gibi yasada sayılan hangi eylemlerin ihlal edildiğini düşünüyorsanız o konuda delilleri ortaya koyarsınız yargılamanızı yaparsınız. Proje Mahkemelerinin tartışmalı yapısı, bağımsız olamayışı ve işkence ile elde edilmiş delillerle verilecek kararların meşruluk ve sıhhati her zaman tartışmalı olacaktır. Ne kadar hukuk çizgisi içinde kalınırsa verilecek karar da o kadar meşru olacaktır. Ancak maalesef bu dönem verilen kararların çoğu siyaset etkisiyle baskı altında ve hükümet yanlısı medya tarafından yapılan işaret göstermelerle verildiği için tümü itibariyle tartışmalıdır. Bir taraftan “oluk oluk kan akıtacağız’’ deyip akşam sabah insanları tehdit eden hatta şiddet uygulayanlar ortalıkta elini kolunu sallayarak dolaşırken, tabiri caizse eline çakı dahi almadığı ifade edilen öğretmen, hemşire, ev hanımı, doktor, avukatı terörist yaftalaması ile suçlarsınız tüm dünyaya kendinizi rezil edersiniz.

Kaldı ki, tüm dünyada bir şekilde yıllardır faaliyet göstermekte olan ve dolayısıyla bir o kadar istihbarat servisinin radarına girmiş bir topluluk, terörist bir anlayış, yapı ve faaliyet içerisinde olacak ve bu ülke istihbarat servisleri bunu görememiş olacak, akşamdan sabaha, ne olduğu belli olmayan, aydınlatılmasına izin verilmeyen bir darbe iddiasıyla bunca insan bir gecede terörist ilan edilecek. Bu en basitinden diğer ülke istihbarat servislerini aciz görmekle eşdeğerdir. Zira, bildiğim kadarıyla sözüm ona “terörist’’ dediğiniz yapı, halen birçok ülkede faaliyetlerini sürdürmekte ve üst düzey kabul görmekte ve ülkelerin birçoğundan resmi olarak bu yapıyı “terörist’’ bir yapı olarak görmüyoruz açıklaması gelmekte. Bu yapı için yeterince şeffaf değil diyebilir, yapının kendini yeterince anlatmadığı veya anlatamadığı eleştirisinde bulunabilirsiniz. Bu bence de ciddi bir sorun. Ancak, bir grubu toptancı bir anlayışla terörist ilan etmek çok iddialı bir süreçtir ve altını yeterince dolduramadığınız taktirde şimdi olduğu gibi ortada kalırsınız. Bu da meselenin diğer bir yanı.

Ancak, “Devlete Sızmak’’ kavramını biraz açmak gerekir diye düşünüyorum. Kanun açıkça “Cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.” (3713 sayılı Kanun m.1) demektedir.

Az önce de ifade ettiğim gibi, devlet bünyesinde yer alan kamu görevlilerinin, değişik ideolojik görüşlerden, değişik fikir yapılarından, değişik kökenden, dini gruptan olmaları mümkündür. Bulunduğumuz coğrafyanın şartları, tüm bu farklılıkları bize kabul etmeye zorluyor. Aksi takdirde, üstünlerin azınlıkları veya kendinden olmayanı yok etme düşüncesi hâkim olmaya başlar ki, bu da ülkemizin en temel hastalıklarından biridir. Hatta ülkemizde azınlık sayılabilecek anlayışların bürokraside elde ettiği etkin gücüyle, çoğunluğa karşı etkili olarak sindirme politikaları uygulayabildiklerine şahit olmaktayız. Hatırlayınız, şu dönem yapılan tüm operasyonları sahiplenen bir siyasi liderin, tüm bu operasyonları hükümetin değil, kendilerinin bürokrasi ve yargıdaki adamları vasıtasıyla yaptıklarını itiraf ettiğine şahit olduk. Aynı şekilde mevcut siyasal iktidar tarafından yargıya kendilerini destekleyen başka cemaat üyelerinin yoğunlukla atandığına dair iddialar ayyuka çıkmış vaziyette.

Şimdi ortada SADAT benzeri silahlı yapılanmaların ve herkesi tehdit eden çete liderlerinin varlığı duruyorken, siz ortada cebir şiddet uygulayarak, devlet otoritesini zaafa uğratmanın ne demek olduğunu ve aslında suçun kimler tarafından işlendiğini net olarak görüyor ve her gün darbe çığırtkanlığı yapan ve hükümete aba altından sopa gösteren insanlara tek kelime söz söylemeyip, herhangi bir soruşturma açma gereği dahi duymayacaksınız, diğer taraftan çoluk, çocuk, hamile kadın dinlemeden darbeye ve paralel yapılanmaya karşı kararlı bir duruş sergilediğinizi iddia ederek devlette kirli pazarlıklarla belli grupları, cemaatleri açıktan belli birimlere yerleştirerek yeni paralel yapılanmalar tesis edeceksiniz. Adama sormazlar mı kardeşim bu nasıl perhiz, nasıl turşu diye. Tabiri mazur görün.

Buradan söylüyorum, eğer cemaat veya mensupları yasada suç tanımlarına uymuş eylem ve faaliyette bulundular ve böyle iddialar mevcutsa, tabii ki mevcut hukuk sitemi içinde kovuşturulmaları da zorunludur. Ve suç sabitse cezalandırılır. Yasalar karşısında kimsenin dokunulmazlığı olamaz olmamalıdır. Gelin cesaretle hukuku herkese adil ve eşit bir şekilde tarafsızca uygulayalım her türlü şüpheli eylemi mevcut yasalar çerçevesinde soruşturalım desek, ilk kaçacak olanlar şu an yüksek perdeden konuşanlar ve sağa sola çamur atanlar olur. Cesaret edemezler. Net olarak söylüyorum, kendi kontrollerinde olmayan bir yargı sitemi karşısında hesap veremezler. Elleriyle ödül verdikleri ve suçunu örttükleri Zarrab Davası, tarafsız ve adil bir mahkeme olunca sonuçları nasıl oluyor gördük. İşlerine gelmez. Bakınız şimdilerde af konuşmaya başladılar. Neden? Af etmek senin ne haddine. İçerideki insanlar hakkında yanlış hüküm kurulduğunu düşünüyorsan yargılama sistemini değiştir. Hükümetsin, yasal değişiklikler yap. Cezaları hafiflet. Adil bir yargılama için çaba göster. Yapamazlar. Affı da iktidardan düşme ihtimali belirdiği ve haklarında bu dönem işlemiş oldukları iddia edilen veya edileceğini düşündükleri suçların kabarıklığı nedeniyle kovuşturma yapılmasının önüne geçmek için diye getirmeye çalışıyorlar kanaatindeyim.

Bakınız, benim de şu an tutuklu bulunan Emniyet Müdürü müvekkillerime bu tarz suçlamalarda bulunulmuş ve müvekkillerim 17/25 Aralık operasyonları sonrası haklarında çıkan haberler ve suçlamalar nedeniyle yakalanacaklarını bile bile, “savunamayacak bir şeyimiz yok, hesabını veremeyeceğimiz hiçbir suç işlemedik’’ diyerek adalete güvenip teslim olmuşlar ve haklarındaki tüm suçlamalara da detaylı cevaplar vermişlerdi. Kendilerinin suçlandıkları dosyalarda ciddi bir tek delil bile yoktu ancak maalesef 4 yıldır tutuklu olarak yargılanıyorlar. Ailelerine ve kendilerine ciddi eziyetler edildi. Eşleri de tutuklananlar var. Geçmişleri çok parlak ve hemen hepsinin tek bir disiplin suçları bile yok. Aktif görevleri sırasında oldukça başarılı işlere imza atmışlar. Haklarında ileri sürülen ağır iddialarla cezaevine konmalarına rağmen aleyhlerine hiçbir suç unsuru bulunamayınca yapılan teftişlerde, masa, sandalye ve kalem silgi gibi hiçbir ciddiyeti olmayan konularda kendilerine soruşturma açmak zorunda kaldılar. Bir tanesi için de ahlâksız ve yüz kızartıcı bir hal, rüşvet gibi suçlamalarda bulunamadıkları gibi, görevlerini ihmal veya suiistimal ettikleri veya bir örgüt üyesi olduklarına dair atfettikleri suçlarda da tek bir hukuki delil ortaya koyamadılar. Yine hatırlatmış olayım, 17/25 Aralık operasyonları için hükümete darbe yapıldığı gerekçesiyle bu operasyonları yapan tüm emniyetçiler görevden alınarak, şaibeli şekilde tayin edilen bir savcı tarafından tüm deliller yok sayılarak apar topar kapatılırken, aynı delillerle Amerika’da görülen davada aynı dosyanın ve suçlamaların merkezindeki sanık tüm suçlarını itiraf ederek, delillerin hemen hemen tamamı için doğru olduğunu resmen teyit etmişti. Şimdi ortada her yönüyle hukuken dört dörtlük ve polisiye anlamda başarılı bir operasyonu yapmış bu polisler ve savcılar mı suçlu, yoksa bu dosyaları hukuksuz bir şekilde kapatanlar mı?

Her suç kovuşturulur dedik. Ama tabii ki önce adil bir yargılanma düzenini tesis edeceksiniz, vereceğiniz kararlar tarafsız, hukuki ve vicdani olacak. Az önce de ifade ettim, tıpkı Amerika’da görülen Zarrab davasında Hakan Atilla için verilen kararda olduğu gibi. Kararı veren hâkimin hukuk fakültelerinde ders olarak okutulması gerektiğine inandığım kararını verirken hiçbir baskı altında kalmayarak vicdanın sesini dinlediğine şahit olduk. Şimdiki gibi karar verirken, acaba beğenirler mi, beni görevden alırlar mı, medyaya düşerse ne olur korkusu veya muktedirin gözüne girip terfi alma düşüncesi veya kendisi hakkındaki HSYK müfettişleri tarafından hazırlanmış dosyaları kapatma karşılığı, pazarlıkla ısmarlama kararlar vermek zorunda kalırsanız kimse dağıttığınız adalete güvenmez, vereceğiniz kararlara da saygı duymaz. Şu anda olduğu gibi.

ByLock konusu çok tartışılıyor. Bunu biraz açar mısınız? ByLock’un özellikle vurgulanmasının sebebi ne? ByLock kullanılması bir hata mıydı?
ByLock konusu tabiri caizse çok su götürür bir mesele. Öncelikle ByLock gerçekten cemaatin bir yazılımı mı? Böyle ise Hizmet Hareketi bunu neden kullandı veya kullanmak zorunda kaldı, kullanması gerekiyor muydu? Kullanılmasına kim, nasıl karar verdi? ByLock’un kullanılmasına karar verenler aslında cemaate dönük bir kumpas mı kurdular? Halen kullanılan farklı uygulamalar var mı? Tüm kullananlar cemaatçidir denilebilir mi? Mesaj içerikleri neler? Suç teşkil ediyor mu? Suç teşkil ediyorsa ne olur, etmiyorsa ne olur? Bu soruları daha da uzatabiliriz.

Öncelikle şunu ifade edeyim ki ben bu soruların tümüne cevap verebilecek durumda değilim. Bazı sorular cemaat avukatları veya yetkililerinin vermesi gereken cevaplar. Ve bu cevapları duymak bu konuda mağdur olmuş insanların öncelikli hakkıdır diye düşünüyorum. Eğer ortada cemaat mensuplarına dönük bir kumpas var ise, bunun ortaya çıkarılması için de bu önemli.

Ancak, hukuki kriterlere tabi tutulunca ByLock nedir ne değildir derseniz, aynı zamanda teknik bir konu olduğu için, anladığım kadarıyla bir yorum getirmeye çalışayım. Öncelikle ByLock’un açık kaynaklardan indirilen bir uygulama olması nedeniyle Hizmet Hareketi mensubu olan-olmayan herkesin bu uygulamayı rahatlıkla indirebileceği aşikâr. Dolayısıyla indirilme sayılarına ve indirildiği ülkelere bakıldığında da tüm indirenlerin cemaat mensubudur demek abartılı ve gerçeğe aykırı bir iddia olur. Hukuken ispatı da mümkün değil zaten. Kaldı ki, tümü cemaat mensubu olsa ne olur? Yine suç teşkil etmesi için ortada ne tür bir suç olduğu ve bu suça dair hukuki delillerin neler olduklarına ve nasıl elde edildiklerine bakmak gerekir.

Kanunlarımızda bir uygulamayı veya iletişim amaçlı yapılmış bir yazılımı kullanmayı açıktan suç sayan bir madde yoktur. Yasa koyucu tarafından bu konuda getirilmiş bir kısıtlama da bildiğim kadarıyla mevcut değildir. Dolayısıyla, teknolojide gelinen durum itibariyle, ortada benzer türden onlarca, yüzlerce iletişim uygulaması varken, hangi uygulamanın kullanılıp, kullanılmayacağının veya kullanılacaksa ne şekilde kullanacağının önceden ve yasa koyucu tarafından net bir şekilde tarifi yapılıp ortaya konmadıkça, bunları kullanmayı suç sayamazsınız. Bu dediğim tüm suçlar için geçerlidir. Kafanıza estiği gibi ben bugün bu uygulamayı keyfi bir şekilde suç saydım derseniz, yarın bir başkası başka bir uygulamayı birkaç suça bulaşmış kişinin kullanmış olduğunu ileri sürüp, bugün ByLock için verilen kararları da emsal gösterir ve ilgili ilgisiz tüm kullanıcılarını suçlayarak, mesela yaygın olarak kullanılan Whatsapp isimli uygulamayı kullanmış olmaları nedeniyle keyfi gözaltı ve tutuklamalar yapabilir. Bu insanların hukuka karşı olan güvenlerinin de yitirilmesine neden olur.

Ancak, velev ki siz örgütlü bir suç takibi yapıyor olun ve velev ki bu uygulamayı kullananların tamamı da bu örgütün üyesi olsun, bu durumda dahi ortada sırf bu uygulamayı kullanmış olmak başlı başına suç teşkil etmez. Burada uygulamayı kullanmış olmak, örgüt üyeliği için karine teşkil ederse de sizin bu örgüt üyeliğini başkaca delillerle de desteklemeniz gerekir. Veya örgüt üyesi dediğiniz kişinin örgütün hangi işlemiş olduğu varsayılan suçuna hangi şekillerde iştirak ettiğinin de tespiti gerekir. Mesela, yazılım içeriğinden elde edilmiş bir suç unsuru varsa, örneğin yasadışı bir faaliyet emrinin verilmesi gibi, burada emri vereni örgüt yöneticiliği veya suça azmettirme nedenleriyle işlenmiş suçlara iştirak gerekçeleriyle o emri vereni suçlayabilirsiniz. Bunun yanında, dijital verilerde elde edilen delilin sıhhatinin de delili elde eden kamu görevlileri tarafından çok iyi korunmuş olması gerekir. Dijital verinin herhangi bir istismara uğramadan en sağlıklı şekilde elde edilmiş ve korunmuş olması gerekir ki delil olsun. Malum mevcut teknoloji, dijital verilerde oynama yapmaya ve suç unsuru olmayan bir verinin suç unsuru imiş gibi gösterilmesine yahut suç teşkil eden bir dijital verinin bir zanlının kullandığı herhangi bir teknolojik alete bulaştırılmasına oldukça uygundur. Burada güvenlik güçlerinin ne kadar hukuka uygun hareket ettikleri de önem kazanır.

Şimdi bakın size bir haber okuyorum, internet üzerinden “ByLock’’, “Litvanya’’, “Server’’ kelimeleri ile basit bir arama gerçekleştirdiğinizde ilk haber olarak iktidara yakın Sabah gazetesinin yanılmıyorsam 30 Ocak 2017 tarihli bir haberi çıkıyor. Haberin başlığı şöyle; Son Dakika “ByLock’un ana serveri ele geçirildi’’. Haber içeriğinden bir kesit okuyorum, “Kayıtların tamamına ulaşılması için ise geçtiğimiz aylarda özel bir çalışma başlatıldı. Bunun üzerine bilişim ve istihbarat uzmanlarından oluşan bir ekip oluşturuldu. Ekip 5’er kişiden oluşan sızma-alma kaçırma- koruma ve müdahale takımlarından oluşturuldu. Özel bir jetle Litvanya’ya uçan ekip önce Vilnius’ta ByLock kayıtlarının bulunduğu ana ‘server’e sahip şirketin binasını gözleme aldı. Bir hafta boyunca gerekli çalışmaların yapılmasının ardından yaklaşık iki ay önce bir gece binaya sızma operasyonu gerçekleştirildi. Sessizce ‘server’ın bulunduğu özel korunaklı binaya giren ekip yanlarındaki son teknoloji ekipmanlar sayesinde sekiz kademeli şifreyi kırdı’’ Bakınız haber bu ve halen duruyor. Bunun gibi daha niceleri.

Şimdi soru şu, yasalarımıza göre bu şekilde elde edilmiş bir dijital veri delil sayılabilir ve bir mahkeme tarafından hükme esas teşkil edebilir mi? Cevap veriyorum dijital veriler bu şekilde hukuka aykırı olarak elde edilmişse “Kesinlikle Hayır’’ Ortada parça parça Mahkemelere MİT ve Emniyet tarafında gönderilmiş ByLock içeriği olduğu iddia edilen dökümler var. Öncelikle, bu verilerin kaynağı “sızma’’ yoluyla elde edilmiş veriler midir? Bu veriler ne kadar sağlıklı korunmuştur. Ekleme, çıkarılma yapılmadığının denetimi yapılabiliyor mu? İçerikler ByLock kullanıcısı olduğu iddia edilen kişinin hangi dijital materyali ile irtibatlandırılıyorsa bu irtibatlandırma nasıl yapılmış? Bu materyal bir telefon ise, hat kimin, telefon kimin adına kayıtlı, ByLock serverine nerden ne şekilde bağlanmış? Bağlandığı internet hattı kişiye ait mi, değilse o kişi bunu biliyor mu? Ayrıca elde edilen bu içerikler şüpheli ya da sanık tarafından, her türlü baskıdan uzak ve gerçek iradesi ile daha doğrusu işkence olmaksızın doğru kabul edilmiş mi? Suç teşkil ediyor mu? Bu sorular daha da uzatılabilir. Ancak bu cevaplardan biri ya da birkaçı olumsuz ise siz bu kişiyi hukuken suçlayamazsınız. Suçlarsanız ve tutuklarsanız yasalara aykırı davranmış ve hatta suç işlemiş olursunuz.

Burada on binlerce insanın işini kaybedip, hapsedilerek hayatlarının karartıldığını, pazarcı ve ev hanımı teyzelere dahi ByLock gözaltısı yapıldığını ve bir BM Hâkimi ve -Amerikalı bir din adamının bile -ki hala tutuklu bildiğim kadarıyla- bu konuda suçlandığını düşünecek olursak, bana ortada büyük bir yalanı doğrulamak için ortaya atılmış daha büyük bir yalan ve bu acımasız yalan nedeniyle hoyratça masum insanlara suç bulaştırma gayreti var gibi geliyor.

Cemaat, Ergenekon ve Balyoz davaları sebebiyle de çok eleştirildi. Bu davalarda bir hukuksuzluk yapıldı mı sizce? Sorun neydi o davalarda? Ne olmalıydı?
Öncelikle şunu ifade edeyim. Ergenekon ve Balyoz davalarında görev almadım ve içerikleri konusunda da tüm detaylara vakıf değilim. Ancak, takip edebildiğim kadarıyla görmüş olduğum birkaç sorunu bir özeleştirimle birlikte arz etmiş olayım.

Kendimi bildim bileli, toplumda gerginlik oluşturan ve ülkede huzursuzluk meydana getiren her operasyon, terör olayı ve bunların medyada veriliş biçimlerine ve adeta şova dönüştürülerek, masumiyet karinesinin ayaklar altına alınıp insanların peşin peşin suçlanmalarından rahatsızlık duymuşumdur. Zaten toplum olarak çoğunlukla hisleri ile hareket eden ve çoğu zaman hislerine yenik düşen, çabuk galeyana gelen, duygusal, kandırılmaya müsait saflığımızla ağır bedeller ödemek zorunda kalan bir milletiz kanaatindeyim. Önümüze konan bir şeyi sorgulamadan olduğu gibi kabul etme gibi bir hastalığımız var. Şu anki iktidarın ve medyanın toplumun bu yönünü çok ciddi kullandığını düşünüyorum.

Buradan gelmek istediğim nokta şu, geçmiş dönemde hatırlayınız bir Merve Kavakçı gözaltısı vardı. Operasyonu bizzat yapan Savcı Nuh Mete Yüksel idi yanlış hatırlamıyorsam. Medyayı peşine takarak bir şafak operasyonu ile milletvekilliği yapmış Merve Kavakçının kapısına dayanmıştı. O dönem bu olayı ne kadar yanlış gördüysem aynı şekilde yüksek rütbeli ve kaçma şüphesi olmayan insanların, evlerinden apar topar alınarak medya ordusu eşliğinde peşin peşin suçlanarak gözaltına alınmalarını da aynı şekilde yanlış gördüm. Bu dönem emniyetçi müvekkillerime yapılanları, sahur vakti alınmalarını, emniyet nezarethanelerinde yaz vakti kalorifer yakılmasını ve adliyenin -7. Katında yaşananları ve dahasını konuşmayacağım bile elle tutulur bir tarafı yok ve geçmiş dönem uygulamaları ile kıyas kabul etmeyecek bir linç kampanyası on binlerce insana peşine peşin yapılıyor. Bunlar da belki geçmiş uygulamaları yeterince tartışmamış olmanın bir sonucudur, bilemiyorum.

Dolayısıyla, aslında işin medeni olanı bu tarz operasyonların konu ne kadar ciddi olursa olsun kişiler hakkındaki masumiyet karinesi çiğnenmeyecek bir şekilde verilmesi ve operasyonların da bu şekilde yapılması yönünde bir düzenleme yapılması şart. Bu şekilde gözaltına aldığınız bir insan beraat bile etse artık toplum içine çıkamaz hale geliyor. Bunu kimsenin bir başkasına yapmaya hakkı yoktur. İnsani de değildir. Kaçmasından şüphe edilmeyecek insanı gecenin bir yarısı evinden apar topar, yaka paça almak marifet değildir. Suçun türüne ve mevcut delillere göre insanları ifade vermeye davet edersiniz. Bu noktada Cemaat medyası ve sair medya için yapılan eleştirilerin başında akşam-sabah Ergenekon, Balyoz bülteni veya şimdi olduğu gibi F.TÖ bülteni şeklinde haberler yapmış olmak gelir. Bırakınız yargı işini selametle yapsın. Yargı üzerinde yargılaması devam eden soruşturmalarla ilgili yapılan haberlerle müessir olmaya çalışmak yasal olarak suç teşkil ettiği gibi, bundan etkilenerek kanaatini o yönde veren hâkimler de aynı şekilde suç işlemiş olurlar. Bir hâkim önüne gelen bir dosyada hiçbir kişi, kurum, medya organı etkisi altında kalarak karar veremez. Bahsetmiş olduğunuz davalarda böyle bir husus var ise kesinlikle tasvip edilmesi mümkün değildir.

Bakınız, yürütülen soruşturmalarda emniyet hukuki olmak kaydıyla delil olarak gördüğü tüm materyalleri toplar ve soruşturma savcısının önüne koyar. Soruşturma savcısı bunların hukuk süzgecinden geçirip iddianamesini yazar. Bu iddianameyi yazarken adli kolluğun önüne koymuş olduğu her hususu doğru kabul edemez. Şüphe ile yaklaşır ve gerektiğinde şüpheli lehine olan hususları da dikkate alır ve değerlendirir. Bu şekilde iddianamesini en sağlıklı biçimde hazırlar ve dosyayı hâkimin veya heyetin değerlendirmesine bırakır. Yerine göre de duruşmalarda lehe aleyhe tüm hususları değerlendirerek ona göre mütalaasını açıklar. Mahkeme de bu mütalaadan bağımsız kararını verir. Şimdi soruda geçen malum davalarda ve şu anki davalarda temel sıkıntı ne? Savcılar adli kolluğun, yani emniyetin önüne koyduğu fezlekeyi çoğunlukla deliller açısından hukukilik değerlendirmesini yapmadan ve sanık lehine olabilecek hususları göz ardı ederek aynen iddianameye alır, çoğu zaman iş yoğunluğu gerekçesiyle bu fezlekeleri okumaz/okuyamaz, o şekilde iddianame yazılır. Yargılama aşamasında eğer deliller sağlıklı değerlendirilmiyor, Savcı sürekli suçlar şekilde hareket ediyor, mutlak-somut gerçeğin ortaya çıkarılması için çaba gösterilmiyor, karşınızda oturan insana peşin peşin suçlu gözüyle bakılıyor ve sorgulama bu şekilde yapılıyorsa, bu sağlıklı bir yargılama faaliyeti değildir. Bir insan hakkında bir iddia varsa o insan sağlıklı bir hüküm kurulana kadar suçlu diyemezsiniz. Bir de bazen hakkında çok ağır iddialar olsa ve bilseniz ve inansanız ki bu insan gerçekten suçlu, elinizde bu suçlamayı karara döndürecek, yasanın tabiriyle tekrar ediyorum “her türlü şüpheden uzak kesin ve inandırıcı deliliniz yoksa veya usulen zamanaşımı vs faktörler devreye girmişse o insana ceza veremezsiniz. Elinizde delil vardır veya yoktur, bu delil hukukidir veya değildir, ortada şüpheli durumlar vardır ya da yoktur. Şimdi elinizde delil var ancak hukuki değilse, şüphe durumu varsa ceza hukukunda en önemli prensiplerden biri olan “şüpheden sanık yararlanır’’ hükmünce o insana ceza veremezsiniz. İşte sorunuzda adı geçen ve kamuoyu tarafından takip edilen bir çok davada, bir grup medya olayları manipüle etmeye çalışıyor ve olduğundan farklı göstermeye çalışıyorsa, operasyonlarına başından itibaren başından itibaren işte vay vatan hainleri, darbeciler, söyletmen vurun gibi bir psikolojik atmosferde bu duruşmalar görülüyorsa ve yargılamayı yapanlar peşinen önüne gelen sanıkları suçlu görmek zorunda bırakılıyorsa veya kaotik ortamdan etkileniyorsa, yapılan yargılama sağlıklı bir yargılama olmaktan uzaklaşır. Bırakınız hâkimler, savcılar üzerinde baskı kurmayı. İşlerini yapsınlar. Bir saygınlıkları olsun. Zorlama iddialar ve delillerle insanları suçlamayalım, yargılamayalım. Batılı ülkelerde olduğu gibi bir devlet başkanı hakkındaki en basitinden bir cinsel istismar iddiası bizim ülkemizde olsa günlerce, haftalarca yıkıcı bir şekilde magazinleştirilir ve insan onuruna aykırı bir şekilde topluma yansıtılır. Ama gelişmiş ülkelerde bu konular üslubunca bir iki gün konuşulduktan sonra gerisi hukuka bırakılır. Hukuk da gereğini hiçbir baskı altında kalmadan yapar.

Bu açıklamalar ışığında, eğer delillerin sağlıklı değerlendirilmediği, masumiyet karinesinin ihlal edildiği, gözaltı ve tutuklama işlemlerinde keyfi davranıldığı gibi, hemen hemen kamuoyu önünde görülen her davada ileri sürülebilecek ve genel bir rahatsızlık olması nedeniyle doğru olması da kuvvetle muhtemel konular nedeniyle yapılmış hatalar varsa, yargılamayı yürüten mahkemenin de saygınlığına gölge düşürmeden, yargılama faaliyetini sekteye uğratmaya çalışmadan, gerçekleri manipüle etmeden ve herkes yanlış biz doğru anlayışına kapılmadan, bu hataları objektif bir şekilde dile getirmek ve kamuoyuyla paylaşmak, savunma makamına düşer. Bu nedenle avukatlar ve barolar olarak yeri geldiğinde kişilerin kimliği ve olaylardan bağımsız olarak, yargılama faaliyetlerinde ortaya çıkan haksız ve hukuksuz uygulamalara ortak ses verebilmemiz gerekir. Bu noktada kendimle ilgili özeleştirimi de o dönem bu davaları yakından takip etmemiş olmak ve bilinen tüm hukuksuzluklara zamanında gereği gibi ses yükseltmemiş ve ortak yükseltilen seslere destek vermemiş olmak olarak görüyorum.

Ancak, o dönem bu davalar için ciddi bir mücadele göstermiş “bir kısım’’ hukukçu-avukat veya baroların bu dönem yaşanan hukuksuzluklar için benzer tepkiyi vermiyor olmaları, üstüne üstlük “oh olsun’’ diyerek intikam duygusu ile hareket etmelerinin de bu konudaki samimiyetlerini göstermesi açısından oldukça manidar olarak görüyorum. Esasen daha önce de ifade ettiğim bu dönem yapılan hukuksuzluklar o dönem yapılanlarla kıyas kabul etmeyecek kadar ağırdır. O dönem neresinden bakarsanız işkence iddiası yoktu. Yargılama süreçlerinde sağlığını yitirmiş insanlar oldu. Keşke olmasaydı bu tarz sonuçlar gerçekleşmeseydi. Ancak bu dönem işkence altında ve cezaevinde ölenleri ve cezaevlerindeki durumu bu dönemle kıyas bile edemezsiniz. İşinden atılanları görevlerinden alınanlar o dönemle kıyas edilemeyecek kadar çoktur. Yanlış yanlıştır. Bir kişiye de onlarca kişiye de olsa kime yapılırsa yanlıştır. Ve bu yanlışlara ortak ses ve tepki verilmediği müddetçe bu yanlışlar sürer gider.

15 Temmuz sürecinden hemen sonra yapılan yakalama ve gözaltı uygulamalarında ciddi işkence ve kötü muamele iddiaları gündeme geldi. Basına ve sosyal medyaya yansıyan haberler ve görüntülerden de az çok olayın vehameti görülebiliyor. Gözaltında ve daha sonra cezaevlerinde hayatlarını kaybedenler de oldu. Bu vefatların bir kısmı da kayıtlara intihar olarak geçti. Ve yine, gün ortasında adam kaçırmalar da yıllar sonra tekrar gündeme geldi. Hakeza, yurtdışında MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilen insanlar oldu. Tüm bu yaşananların hukuksuz olduğu değişik kesimlerden hukukçular ve insan hakları aktivistleri tarafından söylenmesine, ayrıca AB ve BM gibi kurumların bu yaşananların hukuksuz olduğuna dair hazırladıkları raporlara rağmen nasıl oluyor da bu tür hukuksuzluklar yapılabiliyor / yaptırılabiliyor?

Bu sorunun cevabını aslında kısmen de olsa diğer sorulara vermiş olduğum cevaplar içerisinde vermiş oldum. Ama şunu ifade etmiş olayım, herkesin bildiği üzere “işkence bir insanlık suçudur’’ zaman aşımı yoktur. İşkencelerin, adam kaçırmaların, uygar ve demokratik ülkelerde yeri yoktur olamaz da. Bunu yapanlar neye güvenerek yapıyorlar anlamak mümkün değil. Bugün bir siyasal iktidar gelir demokrasi dışına çıkar, topluma bedel ödetir, çeker gider, başkası gelir ülkeyi demokrasi rayına oturtur ve geçmişin tüm hukuksuzlukları soruşturulur. Bu devran sürekli dönmüştür ve yine dönecektir. Benim buna zerre miktar şüphem yok. Bugünün mağdurlarına geçmişte olduğu gibi ciddi tazminatlar ödenmek zorunda kalınacak, işkenceye bulaşan tüm kişiler bunun hesabını vermek durumunda kalacaklardır. Bunu söylemek kehanet değildir. Az çok ülkemiz siyasi tarihini iyi okuyanlar bu durumun sürdürülebilir olmadığını ve çok uzun sürmeyeceğini anlar. Ülkemiz tarihi dönem dönem, değişik gerekçelerle sürgüne yollanan veya idam edilen insanlara daha sonra iade-i itibar edilerek anıtlarının dikildiği, bu zulümleri irtikap edenlerin lanetle anıldığı olay ve kişilerle doludur.

Anayasa Mahkemesi, OHAL dönemi sürdüğü müddetçe KHK’larla ilgili bir işlem yapmayacağını ilân etti. Peki, OHAL dönemi biterse, bu süreçte çıkarılan KHK’lar hem içerdiği yasalar hem de işten atmalar olarak AYM’ye götürülebilecek mi? Şu anki uygulamaların ‘geri döndürülme’ imkânı var mı? Mağduriyetler giderilebilecek mi? Gasıplar iade edilebilecek mi?

Az önce de ifade ettiğim gibi, ülkenin hukuk rayına oturması kaçınılmaz bir sondur. Ve bu gerçekleştiğinde hukuken birçok önemli kararlara şahit olacağız gibi geliyor. Çıkarılan KHK’ların tümü Anayasaya aykırıdır ve iptal edildiklerine şahit olmak sürpriz olmaz. Tüm yasal hakların ve tazminatların mağdurlarına iade edildiği, ödendiği bir dönemin geleceğini düşünüyorum.

Şu an Türkiye’de yargılamanın savunma ayağının çökertildiğine dair ciddi iddialar söz konusu. Yukarıda da belirttiğim gibi, çok sayıda avukat hapiste ya da firari. Savunmasız veya avukat tutacak parası olmayan mağdurlara bu süreçte neler yapmalarını tavsiye edersiniz? Türkiye’de ya da dünyada haklarını arama adına başvurulabilecek ne gibi merciler bulunuyor? Bu noktada yardımcı olabilecek insan hakları kuruluşları ya da hukuk dernekleri var mıdır?

Evet 15 Temmuz’dan hemen sonra yapılan operasyonların ilki avukatlara dönük oldu ve birçok meslektaşımız tutuklandı veya haklarında soruşturmalar mevcut. Ülkesini terk etmek zorunda kalanlar oldu. Burada niyet belli. İnsanları tamamen savunmasız bırakmak ve ellerinde olmayan delilleri işkence ile sözüm ona “itiraf’’ ettirerek sağlamaya çalışmak. Bunu da bir soruşturma savcısı, elimizdeki en önemli deliller sanıklardan işkence ile elde edilen “itiraflar’’ dır diyerek acı bir şekilde dile getirmek zorunda kaldı. Buna karşılık bu gerçeklerin avukatlar tarafından kamuoyu ile paylaşılmasının önüne geçmek ve onlar üzerinde baskı oluşturmak için bu avukat operasyonları yapıldı diye düşünüyorum.

Ancak, mağdurların yılmaması gerekir. Az önce de ifade ettiğim gibi, ülkede tekrar hukuk rayına oturduğunda mevcut mağduriyetlerini belgeleyen delillerini muhafaza etsinler. Yerel mahkemeler AYM ve AİHM nezdinde yapabildikleri tüm müracaatları yapsınlar. Bu konuda sosyal medyada ve internet üzerinden güvenilir buldukları sitelerden mesela www.neyapilabilir.com veya www.nasilyapılabilir.com gibi büyük bir özveri ile dilekçe örnekleri ve hukuki yönlendirmeler paylaşan sitelerden yönlendirme alabilirler.

Türkiye’deki mevcut hukuksuzlukların giderilmesi ve ülkenin yeniden hukuk rayına oturtulabilmesi için meslek kuruluşları, ya da uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimler var mı? Bu girişimler karşılık buluyor mu? Daha neler yapılabilir?

Bu konuda görebildiğim kadarıyla iyi niyetli ve güzel çalışmalar var. Mevcut hukuksuzlukların uluslararası kurum ve kuruluşlar nezdinde tespit edilmiş olması ve rapor haline getirilmesi sanıyorum bu çalışmaların bir sonucu. Ancak, bu dönem benim için en büyük hayal kırıklığı daha önce de ifade ettim Barolar ve Barolar Birliği’nin duruşlarıdır. Yine AİHM’nin nedenini anlamakta zorlandığım şekilde hayati tehlikesi mevcut gazeteciler için dahi yapılan acil kodlu müracaatları karara bağlamaması veya geç bağlaması bende büyük bir hayal kırıklığıdır. Halen de mevcut müracaatlar hakkında Türk yargısı üzerinde müessir olabilecek ve yapılan hukuksuzluklara son verdirecek evleviyetli bir karar almış değiller. Türkiye kendi yasal düzenlemeleri olduğu kadar imzalamış olduğu uluslararası sözleşmelerle de evrensel bir takım hukuk kurallarına bağlılığını kayıt altına almıştır. Ancak, şu ana kadar taraf olduğu sözleşmeleri ihlal etmiş olması nedeniyle hiçbir kurum tarafından bir yaptırıma maruz kalmamıştır denilebilir. Bu açıdan uluslararası kurum ve kuruluşların mevcut insan hakları ihlalleri ile ilgili caydırıcı bir girişim ve çabalarının olmayışı veya cılız oluşu bu ihlalleri gerçekleştirenleri şimdilik cesaretlendirmektedir diyebilirim. Yine de ısrarla ve inatla hukuken yapılacak tüm müracaatların yapılıp sonuna kadar takip edilmesi önemli diye düşünmekteyim.

Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

Öncelikle bana bu fırsatı vermiş olduğunuz için teşekkür ederim. Ülkemiz açısından bir hukukçu olarak rahatsızlığını duyduğum konularda sorularınız vesilesiyle fikirlerimi beyan etmiş oldum. Yapmış olduğunuz röportajlarla tarihe not düşmektesiniz. Başarılarınızın devamını dilerim.

Source: 

Read More

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1