Lawyers In Exile

Avukat Nurullah Albayrak: 15 Temmuz sonrasında yargı tam olarak iktidara bağlanmıştır.

The Circle’ın yargı mensupları ile yaptığı mülakatlar devam ediyor.
Bugün, Fethullah Gülen’in avukatı Nurullah Albayrak ile gerçekleştirdiğimiz mülakatın 1. Bölümünü yayınlıyoruz.

Kendinizden kısaca bahseder misiniz?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Yaklaşık 20 yıldır Ankara’da avukatlık yapıyorum, yapıyordum da denilebilir. Şu an ise sadece online olarak tüm mağdurlara hukuk müşavirliği yapmaya çalışıyorum.

Çocukluğum, gençliğim ailem kısmı herkes gibi. Anadolu’nun sıradan insanlarıyız ve hikayelerimiz de benzer. Hizmet Hareketi ve Hizmet Hareketi mensubu olan ‘Hacı Mehmet Amca’ benim için ayrı bir anlam ifade etmektedir. Hizmet Hareketinin asıl misyonu olan eğitim faaliyetlerinin bir ürünü olduğumu düşünüyorum. İnanıyorum ki Hizmet Hareketi mensubu fedakâr, cefakar Mehmet Amca elimden tutmasa, avukat arkadaşlarıma ifade ettiğim şekliyle söylemem gerekirse, bugün avukat değil avukatların sorunlu ve başlarının belası bir müvekkili olurdum. Ankara’nın Yenidoğan-Çinçin semtinde doğdum ve lise sonlarına kadar da orada büyüdüm. Ankara’yı bilenler ne demek istediğimi anlayacaktır. Bu nedenle kendimi Hizmet Hareketi mensubu olarak ifade edebilirim ve bundan dolayı da şanslı olduğumu söyleyebilirim.

Dünya Adalet Projesi (WJP) tarafından hazırlanan ve ülkelerdeki hukuk sistemlerini değerlendiren “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi” verilerine göre Türkiye’nin 113 ülke arasında 101. sırada yer aldığı açıklandı. Türkiye’nin, 2014 tarihli aynı endeks sıralamasında ise 59. sırada bulunduğu açıklanmıştı. Öncelikle, kısa süre içinde bu büyük değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’ hangi düzeyde? Yine buna bağlı olarak, sizce yargının bağımsız ve tarafsız olması ne anlama geliyor? Yargıdaki kadrolaşma iddialarını da göz önünde bulundurursak, “Akp Yargısı’’, “Cemaat Yargısı’’ gibi kavramlar ne anlama gelmektedir?

Türkiye’nin hukukun üstünlüğü endeksinde 113 ülke içinde 101. sırada olması, şu an Türkiye’nin yargı sistemini bilen, işleyişin nasıl olduğundan haberdar olan kişiler için şaşırtıcı olmamıştır. Süreci yakından takip eden birisi olarak beni de şaşırtmadığını üzülerek ifade etmeliyim. Türkiye’de ne yazık ki yargı sistemimiz her zaman sorunlu olmuştur. En çok sorunlu olduğu dönemler ise iktidara en yakın olduğu zamanlar olmuştur denilebilir. Şu an ülkede hukukun üstünlüğü yerine iktidarın üstünlüğünü korumak ve kollamak üzerine kurulu bir hukuk sistemimiz var. Bu sistemde kurallar iktidar tarafından belirlenmekte ve bu kurallar iktidar tarafından istenildiğinde değiştirilmekte hatta kurallara iktidar tarafından duruma göre farklı anlamlar yüklenebilmektedir. Bu şekilde işleyen bir yargı sisteminin olduğu ülkemizin hukukun üstünlüğü endeksinde üst sıralarda olmasını beklemek hayalen bile mümkün olmaz. Eğer bu gidişe dur denilmezse kısa süre içerisinde sıralama 113. olacaktır.

Hukukun üstünlüğünden bahsedilebilmesi için öncelikle yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekir. Ülkemizde bırakın yargının bağımsız ve tarafsız olmasını iktidar ve iktidara yakın çevreler yargının iktidara bağımlı olması gerektiğini bile söylemektedirler.

Bir örnek üzerinden gidilirse ne demek istediğim ve yargının nasıl işlediği daha net anlaşılacaktır.

Şu an ülkemizde silahlı terör örgütü suçlamasına maruz kalan bir kesim var. Cemaat, Hizmet ya da Gülen hareketi denilen grubun terör örgütü ilan edilme sürecinin nasıl işlediği, yargının hangi refleksle hareket ettiğine bakıldığında hukukumuzun ne kadar üstün olduğu görülebilir!

İlk olarak Cumhurbaşkanı, Gülen Hareketini Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne (“MGSB” veya “Kırmızı Kitap”) “terör örgütü” olarak koyduracağını kamuoyuna açıklamıştır. Başkanlık ettiği birkaç Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra, Gülen Hareketinin artık Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne konduğunu ifade etmiştir. 12.5.2015 tarihinde Belçika dönüşünde, uçakta gazetecilere “Yargı bundan sonra Kırmızı Kitaba göre karar verecek” demiştir[1]. Bunun anlamı, mahkemeler bundan sonra, Anayasa, yasalar ve evrensel normlara göre değil, erişilebilir ve öngörülebilir olmayan, neleri içerdiği halk tarafından bilinmeyen, resmen gizli bir belge olan ve hukukun kaynakları arasında yer almayan Kırmızı Kitaba göre karar verecektir.

Bu talimatın üzerinden 38 gün geçtikten sonra, İstanbul 5. Sulh ceza hâkimi, tutuklamaya ilişkin 23.6.2015 tarihli kararının gerekçesinde şu ifadeye yer vermiştir: “Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde tavsiye olarak Paralel Devlet Yapılanması (PDY/Fetullahçı Terör Örgütü, Fetö) olarak kabul edilmiş, bu tavsiye üzerine Bakanlar Kurulu Kararıyla da terör örgütü olarak kabul ve ilan edilen terör örgütüne finansal destek sağladıkları …”. Benzer ifadeler, İstanbul Anadolu 9. Sulh ceza hâkiminin 7 Eylül 2015 tarih ve 2015/1291 değişik iş sayılı kararında da tekrarlanmıştır. Bu örnekleri artırmak mümkün olup, tüm bunlar, yürütmenin yargıya verdiği talimatın aynen uygulamaya geçirildiğinin somut kanıtlarıdır. Yürütmenin, “Yargı bundan sonra Kırmızı Kitap’a göre karar verecek” talimatının hâkimler tarafından derhal yerine getirildiği dikkate alındığında, yargı artık yürütmenin talimatlarını uygulayan bir organa dönüşmüştür.

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ise yargı tam olarak iktidara bağlanmıştır. İktidara tabi olmayan ya da olmayacak yargı mensuplarına gözdağı verilmeye başlanmıştır.

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrasında 4000’den fazla hâkim ve savcı, hiçbir âdil yargılama süreci işletilmeden, tek taraflı HSYK kararıyla, Anayasaya açık aykırı olarak meslekten ihraç edilmişlerdir. 2500’den fazla hâkim ve savcı, Anayasaya açıkça aykırı olarak gözaltına alınıp tutuklanmıştır. Meslekten ihraç edilen ve/veya gözaltına alınıp tutuklanan hâkimler arasında 2 AYM üyesi, 140 Yargıtay ve 48 Danıştay üyesi de vardır. Ağır cezalık suçüstü hali hariç yakalanmaları dahi yasak olan hâkimlerden bazıları, duruşma esnasında meslektaşlarının gözü önünde gözaltına alınıp polisler tarafından götürülmüşlerdir.[2] Bir meslektaşının gözleri önünde gözaltına alınıp götürüldüğünü gören bir hâkim, HSYK ve yürütmeden korkmadan, bağımsız şekilde karar veremez. Tutuklanma korkusuyla çalışan bir hâkim de bağımsız olamaz.

Mahkemelerin nasıl ve ne şekilde karar vermesi gerektiği ile ilgili herkesin gözleri önünde gerçekleşen şu hadise de Türkiye’deki yargının durumunu net olarak ortaya koymaktadır. 31 Mart 2017 tarihinde, İstanbul 25. Ağır ceza mahkemesi, sekiz aydır tutuklu olan ve çoğunluğu geçmişte Zaman Gazetesinde çalışmış 26 gazeteciden 21’inin tahliyesine karar vermiştir. Bu tahliye kararlarından hemen sonra, iktidar partisi AKP’ye yakın gazetecilerden Cem Küçük, @cemkucuk55 twitter adresinden, yargıyı tehdit eden şu tweetleri paylaşmıştır: “10-Eğer bu hainler yeniden tutuklanmazsa birileri çok ağır bedel ödeyecek. Bilerek söylüyorum bunu. Yıkılacak ortalık.” (6:39 PM – 31 Mar 2017), “13- Bekir Bozdağ (Adalet Bakanı) bu akşam HSYK’yı acil toplamalı ve bazı hâkimler ile ilgili işlem yapılmalı. Milletin talebi budur.” (6:50 PM – 31 Mar 2017). “14- Adı belli FETÖ’cüleri tahliye eden her savcı ve hâkim meslekten ihraç edilecek. DEVLET’in kesin kararı budur. Herkes bunu bilsin.” (7:08 PM – 31 Mar 2017). “15-Bu mahkemelerin ve devletin sahibi millettir. Millete rağmen hiçbir tahliye yapılamaz. Kimse milletin ve devletin sabrını zorlamasın.” (10:09 PM – 31 Mart 2017). “Adalet Bakanlığımız, HSYK harekete geçti. Hainler salınmayacak Allah’ın izniyle. (31/03/2017, 21:40)”.

İktidar yanlısı bir diğer gazeteci Ersoy Dede de @ersoydede isimli twitter hesabından şu paylaşımda bulunmuştur: “Bu yetmez @cemkucuk55 .. tahliye kararlarının altında imzası olan hâkimler tek tek toplanacak.” (@ersoydede, 31/03/2017, 21:46).

Yine iktidar yanlısı bir gazeteci olan Ömer Turan da, 31 Mart 2017 tarihi saat 23.50 civarında, @omerturantv isimli twitter hesabından şu tweeti paylaşmıştır: “HSYK bu gece acil toplanmalı, fetöcüleri serbest bırakan savcı ve hâkimleri hemen ihraç etmeli. Bu isimler sonra da fetöden tutuklanmalı.”.

Aynı gece, Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve HSYK 1. Dairesi üyesi Kenan İpek, @kenanipek53 isimli twitter hesabından şu açıklamayı yapmıştır: “FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne karşı TÜRK YARGISININ ve HSYK’nın yürüttüğü mücadele ilk günkü AZİM ve KARARLILIKLA sürdürülecektir.” (1/04/2017, 00:17). HSYK 1. Dairesi, hâkim ve savcıların atamalarının yapıldığı dairedir. O nedenle bu açıklama tablonun anlaşılması için önemlidir.

Tüm bu açıklamalardan sonra, akşam saatlerinde, tahliye edilen 21 gazeteciden 13’ü yeni suçlamalara dayalı olarak, 31 Mart 2017 tarihi gece saatlerinde yeniden gözaltına alınmıştır. Bu işlem cezaevinde yapıldığı için serbest bırakılmamışlardır. Diğer 8 gazetecinin tahliye kararına ise savcılık hemen itiraz etmiş ve itiraz konusundaki karar verilinceye kadar, 8 gazeteci serbest bırakılmadan tutulmuşlardır. 21 gazeteci hakkında verilen tahliye kararı uygulanmadan tüm gazeteciler tekrar nezarethane veya cezaevine konmuştur.

Bu tahliye olayından sonra, İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesinin başkanı İbrahim Lorasdağı ve üyeler Barış Cömert ve Necla Yeşilyurt Gülbicim, sadece 31 Mart 2017 tarihli tahliye kararı nedeniyle, 3 Nisan 2017 tarihinde haklarında soruşturma başlatılarak açığa alınmışlardır. 8 sanığın tahliyesi yönünde görüş bildiren duruşma savcısı da aynı gün açığa alınarak diğer yargı mensuplarına son derece ağır bir mesaj verilmiştir.

HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz, açığa alma kararının gerekçesini 7 Nisan 2017 tarihinde şu şekilde açıklamıştır: “Delillerin henüz toplanmamış olması ve dosyanın tekemmül etmemiş olması, verilen tahliye kararının makul, mantıklı ve geçerli nedenlere dayanmadığı, tutarsız ve hukukilikten uzak olduğu … ölçülülük ilkesi gözetilmeden verilen tahliye kararının toplumda infial uyandırdığı ve kamuoyu vicdanını yaraladığı” gerekçesiyle HSYK dört yargı mensubunu görevden uzaklaştırmıştır (www.hukukihaber.net, 07 Nisan 2017). Böylece yargısal bir karar, idari bir organ olan HSYK tarafından hukuken denetlenmiş, yargısal karar veren hâkimler açığa alınmış ve yargı bağımsızlığı bitirilmiştir.
İstanbul 25. Ağır ceza mahkemesinin başkan ve üyelerinin sadece 21 gazetecinin tahliyesine dair verdikleri karar nedeniyle açığa alınıp haklarında disiplin soruşturması başlatılması üzerine, İnsan Hakları Hukuku uzmanı Prof. Dr. Yaman Akdeniz 3 Nisan 2017 tarihinde Twitter hesabından şu mesajı paylaşmıştır: “Türkiye’de artık herhangi bir gazetecinin veya herhangi birisinin FETÖ davalarında adil yargılanması mümkün değil.” (@cyberrights, 3/04/2017, 20.19).
Sadece bu olaya bakılarak Türkiye’de hukukun üstünlüğü değil iktidarın ve iktidarın tetikçiliğini yapan kişilerin üstünlüğünün egemen olduğu anlaşılmaktadır. Yargının bu şekilde işlediği bir ortamda hukuktan ya da hukukun üstünlüğünden bahsetmek beyhude olacaktır.

Bu örnekler de göstermektedir ki, yargının şu partinin, bu cemaatin, o grubun, tarikatın yargısı olması asla kabul edilemez. Evrensel hukuk ilkelerinin asıl olduğu bağımsız ve tarafsız bir yargı herkesin talebi olmalıdır. Yargı mensuplarının inancı, düşüncesi, kanaati tabi ki olacaktır ancak o makama geldiklerinde; siyasal, toplumsal, dinsel düşünce ve çatışmaların dışında, her türlü ön yargıdan uzak, sırf adalet çabası içinde, vicdanlı, ahlaklı, tutarlı, nezaketli, tarafsız, bağımsız, insan haklarına saygılı ve adil olmalıdırlar. Beklediğimiz ve özlediğimiz yargı mensubu profili budur. Bu profile sahip olan kişinin inancı, partisi, cemiyeti, cemaati o aşamadan sonra bizi ilgilendirmez.

Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, 15 Temmuz sonrası, 2300’ ü aşkın hâkim ve savcı, 700 civarında da avukat tutuklandı. Ayrıca, 2000’in üzerinde hâkim, savcı ve 1000’in üzerinde avukat hakkında da soruşturma yürütüldüğü bilinmektedir. Bunlar, resmi rakamlar. Türkiye yargısının geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda hal-i hazırda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve yine buna bağlı olarak, darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen askerlerden önce hukukçulara operasyon yapılmasını nasıl açıklıyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişimin hemen akabinde, on binlerce kamu personeli, öğretmen, doktor, hemşire, işçi, hâkim, savcı vs. –darbede yer aldıkları, darbeci oldukları- gerekçesiyle bir anda görevden alındılar, ihraç olundular, mallarına el kondu ve birçoğu da hapse atıldı. Hem ihraç hem de gözaltı işlemlerini dikkate aldığınızda bu insanlarla darbe arasında nasıl bir bağlantı kuruldu? Gerçekten bu insanlar darbeci miydi, darbenin neresinde yer almışlardı? Son olarak da sizin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum?

İfade ettiğiniz gibi henüz darbe girişimiyle ilgili olarak ne oldu, nasıl oldu, kimler vardı sorularının dahi cevabını almadan HSYK tarafından 15 Temmuz gecesi 2300 hâkim ve savcı hakkında tutuklama kararı verdi ve gece yarısı kaldıkları lojmanlarda gözaltına alındılar. Hafta içi de İstanbul, İzmir ve Ankara savcılıkları avukatlar hakkında gözaltı kararı verdi. Öncelikle hukukçuların hedef alınması yapılacak hukuksuzluklara itiraz edeceklerin bertaraf edilmesi amacıyladır. Eğer hukuksuzluk yapmak istiyorsanız hukuksuzluk yapılmasına ses çıkartan herkesi safdışı etmek istersiniz. İktidarın da tam olarak yaptığı budur.

15 Temmuz’un hemen ertesinde gerçekleşen tutuklama furyasında yaşanan örnekler de bunu net olarak göstermiştir. Örneğin Edirne’de tutuklama talebi üzerine Sulh Ceza Hâkimliğine gönderilen hâkim ve savcılardan bir kısmının tutuklanmasına bir kısmının ise serbest bırakılmasına karar veren Sulh ceza hâkimi aynı gün görevden alınıp yerine görevlendirilen Sulh ceza hâkimi serbest bırakılanların tutuklanmasına karar verdiği gibi serbet bırakan Sulh ceza hâkiminin de tutuklanmasına karar vermiştir.

Bu sürecin nasıl işletildiğini bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamalarla anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Haziran 2017 tarihinde polis ve jandarma mensuplarına yönelik Gölbaşı’nda düzenlenen “İç Güvenlik Birimleri İftar Programı’nda’ şu açıklamayı yapmıştır: “Başdanışmanlarımın tamamıyla duruşmaları takip ediyorum. Yarısı Ankara, yarısı İstanbul olmak üzere duruşmaları takip ediyorlar. Günbegün raporlarını alıyorum; ne oluyor, ne bitiyor? Takip ediyorum. Bu eli kanlı katillerin hiçbiri de kendilerini bekleyen acı akıbetten kurtulamayacaklardır. Mahkemelerde yaptıkları ahlaksızlıkların (“savunmalar” kast edilmektedir.), açık net söylüyorum, cezaevlerinde çürürken onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Şayet cezalarını tamamlayıp dışarı çıkanlar olursa, zaten milletimiz sokakta her gördüğünde onlara gereken cezayı verecektir. Onların yüzlerine tükürecekler ve milletin tükürüklerinde boğulacaklardır. İhanetlerinin bedelini ödemeyen tek bir FETÖ’cü kalmayana kadar mücadelemiz sürecektir.”[3] Bu açıklamayla her türlü hukuksuzluğun yapılacağı ve insanlara savunma hakkı dahi verilmeyeceği ifade edildiği gibi, mahkûmiyet kararlarının yürütme tarafından çoktan verildiği ve yargılanan kişilerin cezaevlerinde çürüyecekleri deklare edilmiştir.

Bağımsız ve tarafsız olan hiçbir hukukçu, en temel hukuk ilkelerini yok eden bu açıklama doğrultusunda işlem yapmayacağı ve yapılmasına da mani olacağı için öncelikle hukukçuların hedef alınması gayet normaldir. En azından avukatlar bu süreçte yer alabilseydi bu şekilde bir hukuksuzluk yapılamayacağını söyleyebilirim. Ancak, itiraz edebilecekler tutuklandığı gibi şu an sistem, yapılan hukuksuzluklara kimsenin itiraz etmemesi üzerine kurulmuştur. Emniyet aşamasında bir avukat yapılan hukuksuzluklara müdahale etmek istese hakkında hemen işlem başlatılmaktadır. Bu koşullarda yapılana hukuki süreç değil hukuk tiyatrosu denilebilir.

Darbe girişimi sonrasında onbinlerce kamu personeli darbeyle irtibatlandırılarak örgütle iltisaklı olma iddiasıyla kamu görevinden ihraç edildi, büyük çoğunluğu itibariyle de gözaltına alınıp tutuklandılar. Aradan 2 yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen halen darbeyle ilgili cevabı verilmemiş ciddi sorular bulunmaktadır. Bu kadar karmaşık bir olay nedeniyle onbinlerce insanın ihraç edilip tutuklanması ciddi bir fişleme yapıldığını göstermektedir.

Öncelikle Gülen Hareketi mensubu olduğu ya da irtibatlı olduğu için insanlara terör örgütü üyesi denilebilir mi? Bunun cevabının verilmesi gerekir.
“Gülen Hareketi” isimli oluşum, örgütlü bir yapı olduğuna göre bir sivil toplum örgütü olarak kabul edilir. Masumiyet karinesi, örgütlenme özgürlüğü, hukuk devleti ve hukuki güvenlik ilkesinin gerekleri dikkate alındığında, hukuken başka türlü bir sonuca ulaşmak mümkün gözükmemektedir. “Gülen Hareketi” isimli oluşuma geçmişte mensup olan ya da sempati duyan insanlar, bu oluşuma terör örgütü denildiği tarihe kadar, bir sivil toplum örgütünün faaliyetlerine katıldıklarını düşünerek hareket etmişlerdir. Dolayısıyla, bu oluşumun terör örgütü olduğu yönünde verilecek ilk mahkeme kararına kadar, iyi niyetle sivil toplum faaliyetlerine katılan veya destekleyen kişiler, “üyelik, mensubiyet, iltisak ya da irtibat” nedeniyle cezai alanda sorumlu tutulamazlar. Kişiler ancak bir oluşumun terör örgütü olduğunu bilerek ve isteyerek harekette bulunursa, bu suç nedeniyle sorumlu tutulabilir.

Hukuki güvenlik ilkesi gereği olarak herkes eylemlerinin sonuçlarını önceden öngörebilme hakkına sahip olup, işlendiği zaman yasal olan bir faaliyet nedeniyle, daha sonra kimse sorumlu tutulamaz. 2007 yılında Bank Asya’da hesap açmak yasal bir faaliyet ise (suç değilse), yasalar değişmediğine göre, 2014 yılında da yasal olup, suç olarak değerlendirilemez. Yasal faaliyetler, adı üstünde yasaların izin verdiği faaliyetlerdir; yasal faaliyetler suç olamaz. Çünkü suç, yasaların yasakladığı ve toplumun en temel değerlerine (yaşam hakkına, özel vücut bütünlüğüne, hayata saygı hakkına, mülkiyet hakkına vb.) aykırı olan hareketleri yaptırıma bağlar; yasal faaliyetleri değil.

İkinci olarak ise darbe girişimiyle hiçbir ilgisi olmayan insanların darbe girişiminden önceki yasal faaliyetleri gerekçe gösterilerek ihraç edilmeleri, tutuklanmaları, sivil ölüme terk edilmeleri hukuken de vicdanen de kabul edilemez. Darbe girişiminin içinde cemaate yakın birilerinin olması bu insanların masumiyetini ortadan kaldırmaz. Bu insanlara suçlu muamelesi yapılması sadece kinle, düşmanlıkla ifade edilebilir.

Hukukçu olarak varsayımlar üzerinde değerlendirme yapmayı doğru bulmuyorum. Herkes gibi benim de kafamda şüpheler, cevaplanması gereken sorular var ancak olayı tüm yönleriyle ve objektif kaynaklardan elde edilebilecek verilere göre tahlil etme imkanı bugün itibariyle olmadığı için yapılacak değerlendirmelerin sadece spekülasyondan ibaret olacağını düşünüyorum. Bu olayla ilgili tüm detaylar ortaya çıktığında teferruatlı olarak değerlendirme elbette yaparız. Bu aşamada sadece şunu ifade etmek isterim. Türkiye’de kamu görevlisi olan hâkim, savcı, polis, asker, yönetici ve diğerleri hangi cemaate ya da cemiyete mensup olursa olsun öncelikle kamu görevlisidir ve bulundukları görevin refleksleriyle hareket etmektedirler. Polisin yasalara aykırı olarak işlem yapması, soruşturma sürecinde herkesi suçlu olarak görmesi, hâkim savcının delilsiz tutuklama yapması ya da cezalandırması, askerin darbe yapma düşüncesinin olması gibi durumlar ne yazık ki kurumların işleyişinden kaynaklanan sorunlardır. Bu nedenle asıl tetikleyicinin yapısal sorunlar olduğunu düşünüyorum. Tam anlamıyla işleyen bir demokrasimiz ve hukukun üstünlüğünün esas kabul edildiği bir sistemimiz olsa, kamu görevlisinin kim olduğunun anlamı olmayacaktır.

ByLock konusu çok tartışılıyor. Bunu biraz açar mısınız? ByLock’un özellikle vurgulanmasının sebebi ne? ByLock kullanılması bir hata mıydı?

İnsanlar neden iletişim konusunda güvenli olacak bir sistem arayışına girer sorusunun cevabı Türkiye açısından önemlidir. Uzun yıllar ceza avukatlığı yapmış bir avukat olarak şunu net söyleyebilirim. Herhangi bir şekilde bir soruşturmaya dahil oldunuz ve telefonlarınız dinlemeye alındı ise yapılan dinleme sonucunda sizin söylediğiniz masum ifadelerin karşınıza suç olarak çıkartılacağını göreceksiniz. Konuşmada kullandığınız cümleye sizin verdiğiniz anlamla emniyet ve yargının verdiği anlam farklı olacaktır ve siz masum olduğunu bildiğiniz cümlenizin suç olmadığını anlatmaya çalışacaksınız. Belkide bunu tutukluyken yapacaksınız

Yani sorun insanların kendisine güvenmemesi değil, yargı ve kolluk sisteminin işleyişine güvenmemesinden kaynaklanıyor. Türkiye’de bir dönem neredeyse herkes dinlendiğini iddia ediyordu. Emekli, sosyal bir faaliyeti olmayan evden camiye camiden eve giden hayatı bundan ibaret olan bir kişi dinlendiğini düşünüyor ve bundan endişe duyuyorsa sorun güvenli iletişim arayışına giren kişilerde değil sistemdedir. Öncelikle bunu belirtmek gerekir.

İkinci olarak ise güvenli iletişim aracı kullanmak suç değildir. Haberleşme özgürlüğü, doğal olarak iletişimin gizli olmasını gerektirir. Devletlerin ve üçüncü kişilerin (özellikle GSM operatörlerinin) bu hakka yönelik son derece kolay müdahale etme ve bu hakkı ihlal etme imkânlarının bulunduğu dikkate alındığında, kişilerin haberleşmelerine yönelik ihlalleri engellemek için daha güvenli iletişim araçlarına yönelmelerinden daha doğal bir durum olamaz. Haberleşmenin gizliliğinin esas olduğu ve bunun bir insan hakkı olduğu akıllardan uzak tutulmamalıdır.

Ancak, iktidar herşeyi çarpıttığı gibi bu konuyu da çarpıtarak cemaat mensuplarının suç işlemek için bir program oluşturduğu ve suç faaliyetlerinin buradan yapıldığı iddia edilmiştir. 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrası yapılan tutuklamaların birçoğuna, başta Bylock olmak üzere Kakao Talk, Eagle ve Cover Me gibi iletişim uygulamalarını kullanmaları gerekçe gösterilmiştir.

Öncelikle Bylock uygulaması 2016 yılının Şubat ayından sonra kullanılmamaktadır. Bu nedenle Bylock’un 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminde kullanıldığı, akıllı telefonunda Bylock uygulaması olanların darbe girişiminden haberdar oldukları ya da bu girişime katılanların darbe girişimi esnasında Bylock kullandığı iddiası ve bu yöndeki açıklamalar maddi bulgudan yoksun ve temelsizdir.

İkinci olarak, Bylock uygulamasının önceden “Gülen Hareketi” mensupları tarafından münhasıran (sadece) kullanıldığı iddiası da aynı şekilde maddi gerçekle uyuşmamaktadır. Bu uygulama Google Play ve Apple Store gibi marketlerde kamuya açık olarak yer almış ve özellikle İran ve Suudi Arabistan olmak üzere bazı Ortadoğu ülkelerinde yaşayan insanlar dâhil asgari 600 000 kişi tarafından cep telefonlarına indirilmiştir. Dolayısıyla Bylock’u münhasıran (sadece) bahse konu yapıya mensup kişilerin indirdiği ve kullandığı iddiası da dayanaksızdır.

Bir sivil toplum örgütünün kendi mensupları arasında haberleşmeye imkân vermek için Bylock türü bir iletişim uygulaması üretmesini yasaklayan herhangi bir yasa hükmü yoktur. Örneğin Kanarya Sevenler Derneği isimli bir dernek (STK), sadece kendi mensupları arasında haberleşmeye imkân sunmak için benzeri bir akıllı telefon uygulaması üretip internete yükleyebilir ve sadece kendi mensuplarının kullanımına da sunabilir. Haberleşme özgürlüğü temel haklar arasında olup, temel haklara sadece yasa ile müdahale edilebilir veya yasak getirilebilir. Temel hakların kapsamında olan bir faaliyet yasa ile yasaklanmadığı sürece tamamen söz konusu hakkın kapsamı ve koruması altındadır. Kanarya Sevenler Derneği, bir sivil toplum kuruluşu (yasal bir kuruluş, STK) olarak kaldığı ve suç örgütüne dönüşmediği sürece (ya da suç örgütü ilan edileceği tarihe kadar), kendilerinin ürettiği Bylock veya Whatsapp türü bir uygulama aracılığıyla üyelerinin iletişim kurmasında hukuken herhangi bir sorun yoktur. Yabancı bir şirket tarafından hazırlanan Whatsapp gibi güvenli iletişim programı kullanmak yasal oluyor da kendi programını yazmak mı suç oluyor?

İddialardan biri de Bylock uygulamasının “tamamen gizlilik amacıyla kullanıldığıdır”. Hiçbir birey diğer insanlarla yaptığı konuşmaların, onlara gönderdiği mektupların, mesajların üçüncü kişilerce bilinmesini istemez; kısaca gizlilik haberleşme özgürlüğünün doğasından kaynaklanır ve bu temel hakkın özünü oluşturur. Dolayısıyla insanların iletişimlerinin gizli kalmasını arzu etmelerinden bir suç unsuru çıkarmak eşyanın tabiatına aykırıdır.

Dolayısıyla, özel bir program yapamazsın, kullanamazsın sözünün hukuken bir anlamı yoktur. Elde edilen verilen yasal olmamasına rağmen, yine de bir suçlama yöneltilecekse içeriğe bakılmak suretiyle değerlendirme yapılması gerekir. Medyaya yansıyan ve bylock yazışma içeriği olduğu iddia edilen paylaşımlarda yer alan konuşmalar tamamen günlük konuşmadan ibaret. Bu konuşmalardan yola çıkılarak örgüt suçlaması yapılacak olursa iddia ediyorum. Türkiye’de ki herkesin telefon görüşme içerikleri getirilsin herkes aynı mantıkla suçlu ilan edilebilir.

Yazının devamını takip etmek için aşağıdaki link’i takip ediniz.

Source: 

Read More

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1