Lawyers In Exile

Hakim Ramazan Güzel (1) : Devlet hiçbir topluluğu es geçmemiş, hepsinin içine zamanında adamlarını, ajanlarını yerleştirmiş, olmadı devşirmiş.

İçten yanıtları için Ramazan Bey’e çok teşekkür ediyoruz.
Kendinizden kısaca bahseder misiniz, kimdir Ramazan F. Güzel?

Ramazan Güzel, nedir- kim değildir?”in kısaca altını çizeyim isterseniz.

Havuz medyasının yazdığı gibi “hain, alçak, sahtekar..” birisi değilim. Ne de bundan sonra yazılmış ve yazılacak olan zatımı aşacak olan sözlerin muhatabıyım. 30 yıla yakın hukuk serüveni üniversite, master eğitimi, yurtdışında dil ve bilim eğitimleri, hukuk danışmanlıkları, avukatlıkla geçmiş, son döneminde hâkimliğe geçmiş ve o görevinin hakkını vermeye çalışırken ani bir baskınla odası basılıp mesleğinden atılmış bir hak ve hukuk yolunun yolcusu sadece… Hukuğa, adalete inanmış ve er ya da geç tahakkuk edeceğine inanmış ve o yolda bir katkı sağlama umudunda birisi olarak görüyorum kendimi. Bunun üstündeki ve altındaki her türlü söz ve davranış da zaten beni aşar, muhatabım da değildir. Umurumda da değil, sadece doğru bildiklerimi yapmaya çalışıyorum. Çoğu zaman, yüzüme de söylendiği gibi, evet biraz dikbaşlı birisiyim, doğru bildiğimi yapmaya çalıştım. Başıma ne geldiyse de hep bu durumumdan geldi, ama sonradan baktığımda, bunlardan yana pişmanlık duymadım, aksine derin bir iç huzuru hissettim.

Şu anı sorarsanız, ne hal üzresiniz derseniz:
Uzak bir diyarda, mecburi bir iskanla yeniden eğitim çalışmaları içindeyim. İki dilde kendimi geliştirmeye çalışıyorum, kurslara ve üniversitelere gidiyorum. Hukuk alanında yeniden eğitim almaya başladım, buraların hukukuna vakıf olma adına. Çünkü yıllar yılıdır eğitimini aldığım ülkemin dahlinde hukuk alanında tekrar faaliyette bulunmam pek mümkün gözükmüyor. Zaten şu aşamadan sonra da Türkiye için hukuk adına kısa vadede çok bir faydamın olacağına inanmadığım gibi, başka kimselerin de hukuk adına pek de katkıda bulunabileceğine inanmıyorum. Ama herkes bulunduğu yerden başka mağdurlara elinin ve dilinin yettiğince yardım edebilir. Bu; bazen bir moral verme olabileceği gibi, sıkıştığı bir noktada ona hukuki/ teknik bir konuda fikir ve tavs.iyelerde bulunabilir. Bu konuda da elimin ve gücümün yettiğince birşeyler yapmaya çalışıyorum. Sosyal medya üzerinden soru soranlara dilimin döndüğünce yardım etmeye çalışıyorum, bir de de Youtube kanalı açtım ve oradan gelen sorulara, gündeme göre hukuki, güncel değerlendirmeler yapmaya çalışıyorum. Ya da bulunduğum yerde, mağdurların durumunu, yaşanan hukuksuzlukları duyumaya çalışıyorum. Biliyorum, bütün bunlar çok amatörce ve çok yetersiz. Ama gayretim, hep daha iyisini ve etkilisini bulma.

Bir yandan da eğitim çalışmalarıma devam ediyorum, hayatta kalma adına da ufak iş denemelerinde bulunuyorum. Bence yurtdışına çıkan bütün arkadaşlar da aynısını yapmalı. Çünkü artık başka diyarlarda rızkımızı ve kariyerimizi aramalı ve yeni kazanımlarla uzun vadede dünyada bir artı değer katmaya çalışmalıyız. Uzun vadede de bunun Türkiye’ye, oradakilere sağlam bir dönüşü olacağını düşünüyorum. Onun haricinde ne yapıyorum derseniz, 45 yaşından sonra resme başladım burada, bir anda durup dururken.. Yağlı boya, akril. Benim için adeta terapi oldu, aklıma ve ruhuma mukayyet olmak için fıtri bir arayışın neticesiydi sanırım. Hani kedilerin, ağrıyan yerleri için doğada şifa olacak otu bulup yüzüne sürmesi, yemesiyle iyileşmesi tabi sevki gibi oldu.. Diğer herkese de bir uğraş ve sanat tavsiye ediyorum. Doktora ve ilaçlara verilecak masraflardan çok daha ucuza ve etkili oluyor, hem ardınıza dönüp baktığınızda kendinize bir artı değer kattığınızı, hayatınıza bu yolla yeni izler bıraktığınızı görüyorsunuz. Ülkedeki sıfırlamaların üstatları, ülkedeki bütün maddi ve manevi değerleri sıfırlarken, bizim gibi nicelerin de maddi, manevi birikimlerini sıfırladılar. Ama tam bitti derken, bir bakıyorsunuz Yaratıcı sizin ruhunuzda ve hayatınızda yep yeni kapılar, penceler açıyor. Burada benim gibi kırkından, ellisinden ve hatta altmışından sonra kendisini yeniden keşfeden niceler gördüm. Hani hep duyardık da, “Ölüp dünyaya yeniden gönderilecek olsan, ne yapardın?” Aslında şimdi tam da onun provasını ve bir izdüşümünü yaşıyorum şahsen ve birçok kimsede de aynı durumu görüyorum. Yeniden doğmuşçasına, yeni ve taze bir hayat…

Dünya Adalet Projesi(WJP) tarafından hazırlanan ve ülkelerdeki hukuk sistemlerini değerlendiren “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi” verilerine göre Türkiye’nin 113 ülke arasında 101. sırada yer aldığı açıklandı. Türkiye’nin, 2014 tarihli aynı endeks sıralamasında ise 59. sırada bulunduğu açıklanmıştı. Öncelikle, kısa süre içinde bu büyük değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’hangi seviyede? Yine buna bağlı olarak, sizce yargının bağımsız ve tarafsız olması ne anlama geliyor? Yargıdaki kadrolaşma iddialarını da göz önünde bulundurursak, ‘’Akp Yargısı’’, ‘’Cemaat Yargısı’’ gibi kavramlar ne anlama gelmektedir?

Sizin de rakamlarını verdiğiniz gibi, ülkenin son 3 yılında bile adalet ve hukuk alanında tepe takla oldu herşey. Zaten pek de içaçıcı durumda değildik ama en azından Avrupa Birliği uyum süreci içinde bazı çabalar, denemeler vardı, şimdilerde ise Avrupa hedeflerinden tamamen kopulmuş durumda. Şangay birliklerinde kendimize yer ararken, hukukta, adalette Kuzey Kore ile, Çin ile vs. kıyaslanır olduk, o ligde değerlendirilir olduk.

Sorunuzdaki, halen ‘Türkiye’de hukuk ve “hukukun üstünlüğü” hangi seviyede, nerede’ kısmına gelince:
Ergenekon Davalarında adı sıkça geçen, yargıda ve askeriye birçok etkili adamları olduğu iddia edilen Doğu Perinçek’e göre son 50 yılın en iyi seviyesinde, tam istedikleri kıvamda. Nasıl bir kıvam derseniz, onu da Habertürk’teki bir tartışma programında dile getirmişti, “Hukuk, siyasetin köpeğidir.” Bu çok ağır bir sözdü ve bir yargı mensubunun da çıkıp, “Ne münasebet, kime diyorsunuz siz öyle, ben değilim, olmadım da..” diyemedi. Dolayısıyla da tekzip edilmeden, sükutla, adeta bir önkabulle duruyor o söz orada. Genel olarak da şuanki hukukun, yargının vaziyetini özetleme adına boyunlarda bir yafta olarak kalakaldı öyle.

Şahsım adına bu sözü reddettim ve bunu sosyal medyada da ilan ettim ve: “Ben, sizin de kimsenin de köpeği olmadım, olmayacağım da. Beni işimden, yurdumdan, sevdiklerimden ettiniz ama bu da size dert olsun.” demiştim. Bu da aslında Seyit Rıza’nın şu son sözlerine bir gönderme idi: “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.”

Perinçek’in bu sözü tartışılırken, sosyal medyadaki bu sözüm üzerine, Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış bir televizyoncu, benimle röportaj yapmak istemişti (Erkam Tufan Aytav Bey) ve orada bunu yüksek sesle dile getirmiştim.

Hukuk fakültelerinde “hukuk, sistemin bekçi köpeğidir” diye anlatılırdı.. Şimdi ise direkt olarak siyasetin kapı köpeği olduğu ifade ediliyor, itirazsız.. Bu söz aslında Hasan Yalçın’a aittir ama bu dönem kadar bu söze yakışan bir dönem olmamıştır sanırım.

Peki bunun vebali kimdedir, hâkim- savcılarda mı, başkalarında mı? İhraç olduğum sene, yani 2015’de o dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Diyarbakır’ı ziyaret etmişti. Ve bir akşam da Diyarbakır Polisevi’nde o bölgedeki bütün hâkim ve savcıları toplayarak bir konuşma yapmıştı bizlere. Ve bizlere, halkın hukuka ve adalete duyduğu güvenin her geçen gün azaldığı yönündeki bazı istatistiki bilgiler verdikten sonra, bizleri azarlamış, adeta itham etmiş ve bu algıyı düzeltmemiz talimatı vermişti bizlere!

Ziyaretinden sonra da basına bazı fotoğraflar yansımıştı. Orada Diyarbakır, Mardin Başsavcılık ziyaretlerinde Bakan’ın, Başsavcıların makamlarına oturup başsavcıları karşısında elpençe divan dururken fotoğrafları. Zaten bu enstantene bile kimin yargıyı ne hale getirdiğinin resmiydi. Yargıyı kapıkulu gören siyasiler, talimatlarla yargıyı kapılarına paspas ederken, buna teşne bazı yargı mensuplarının da bu siyasilerin tavır ve emellerine alet olması..

Buna yanaşmayanlar, yanaşmayacağı anlaşılanlar da zaten tek tek tespit edilip atıldı. Şu ana kadar da 5 bin kadar yargı mensubu da bu şekilde mesleğinden oldu, hatta özgürlüğünden ve de hayatından oldu. Bu 5 bin insan da Cemaat mensubu olma iddiasıyla ve de darbeye iştirak etmeleri iddiasıyla atıldı, hatta darbe yapmakla suçlandılar. Sorunuzda “AKP yargısı” ya da “Cemaat yargısı” diye bir kavramın olup olmadığı hususu da vardı. Dediğim gibi 5 bin insanın görevinden edilmesinde “Cemaat’le irtibat” gerekçesi vardı. Bunların ne kadarı Cemaat ile ilgili idi, ne kadar Cemaat üyesi idi, bilemem. Ama şunu çok iyi biliyorum, içlerinde sosyal demokrat olarak bilinenler de vardı, ülkücü kökenli olanlar da vardı, milli görüş’e yakın olanlar da vardı.. Fakat atılanların ortak noktası, siyasetin her talimatını yerine getirmeyebilecek, ileride siyasilerin tekerine görevleri gereği teker koyabilecek kimselerdi.. öyle görüldükleri için atılmışlardı. Zaten 2014’deki HSYK seçimlerinden sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı ve aynı zamanda Anayasa Hukuku Profesörü olan Mustafa Şentop’da, yeni HSYK Kurulu üyesi ve bir nevi sözcüsü de basına açıklama yapmışlar, kamuya açık alanda konuşmuşlar ve seçimlerde kendilerine oy vermeyen, bağımsız adaylara destek vermiş olan 5 bin kadar üyeyi tespit edip hepsini atacaklarını deklare etmişlerdi de.. ki ettiler de.

Bu kadar atılan insanlar ne kadar “Cemaat yargısı” idi, ne kadar Cemaat adına hareket ettiler, bilemiyorum. Yargılamaları da yargılamalarımız devam ediyor. Bütün kararlarımız tek tek didikleniyor. Ortada hukuk dışı, kanun dışı bir işlem olduğuna dair bulguya şu ana kadar basında vs.. rastlamadım. Ama basına ilginç bir açıklama yansıdı. Yargının durumuna ağır eleştiriler getirerek istifa eden ve aday adayı olan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Bülent Yücetürk’ün basın açıklaması gibi.
Başsavcı Yücetürk, şu anki yargının durumunu Hitler Almanya’sındaki yargıya benzeterek, aynen şöyle demişti:

“Çürümüş yargı sisteminin bir parçası olarak kalmak, bozulan yargı sistemini düzeltmek artık imkânsız hale geldi. Türkiye’de şu an yargıçlar Hitler dönemi Alman yargıçlarına benziyor.” Hangi yönden benzediklerini de Başsavcı şöyle özetliyordu:

“Hitler, Alman yargıçlarına, ‘Karar verirken benim yerime Führer olsaydı hangi kararı verirdi diye düşüneceksiniz’ diyor. Türkiye’de yargıçlar bu mantıkla hareket ediyor.”

“Cemaat yargısı” var mı yok mu, tartışırız. Paralel Devlet nedir, ne değildir; bu kapsamda meseleyi açarız. Ama şu kesin ki, AKP’nin, iktidarın, siyasilerin kendi yargısı vardır. Bir Başsavcı’nın itirafında ortaya çıktığı gibi, Hitler dönemindeki yargı mensupları gibi, “İktidar ne istiyor benden, nasıl bir karar verirsem memnun olurlar, onlar olsa nasıl karar verirlerdi; dur ona göre karar vereyim” diyenler var şu an ülkede. Kimisi korkudan (aman başım ağrımasın, diğer 5 bin meslektaşıma yapılan benim de başıma gelmesin korkusundan), kimisi de siyasi, ideolojik hesaplarla, çıkar hesaplarıyla.

Az önce darbeden bahsettiniz, darbe iddiasıyla tutuklanan yargı mensuplarından… Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, 15 Temmuz sonrası, 2300’ ü aşkın hâkim ve savcı, 700 civarında da avukat tutuklandı.Ayrıca 2000’in üzerinde hâkim, savcı ve 1000’in üzerinde avukat hakkında da soruşturma yürütüldüğü bilinmektedir. Bunlar, resmi rakamlar. Türkiye yargısının geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda hal-i hazırda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve yine buna bağlı olarak, darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen askerlerden önce hukukçulara operasyon yapılmasını nasıl açıklıyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişimin hemen akabinde, on binlerce kamu personeli, öğretmen, doktor, hemşire, işçi, hâkim, savcı vs.. –darbede yer aldıkları, darbeci oldukları- gerekçesiyle bir anda görevden alındılar, ihraç olundular, mallarına el kondu ve birçoğu da hapse atıldı. Hem ihraç hem de gözaltı işlemlerini dikkate aldığınızda bu insanlarla darbe arasında nasıl bir bağlantı kuruldu? Gerçekten bu insanlar darbeci miydi, darbenin neresinde yer almışlardı? Son olarak da sizin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum?

Evet, (Sözde) Darbe’den hemen sonra bir anda yargı dünyasının yarısına yakın çalışanı bir anda görevden alındı, çoğu da tutuklandı. Öyle garabet bir durum ki, daha Cumhurbaşkanı’nın bile darbeyi ne zaman, hangi saat öğrendiğine dair net bir bilgi yok. Ortada en az 3 farklı saat var. Darbeyi, “Yurtta Sulh Konseyi” diye bir cunta grubunun yaptığı deklare edildi. Bunların generallerden olduğu söylendi. Ama ortada bir tanesinin bile ismi yok, kim oldukları belli değil. Ama ilk planda kimlere fatura edildiği belli. Birileri için adeta “Allah’ın bir lütfu” iken, birçok insan için kıyım ve yargısız infaz idi.

Köprüde başları kıtır kıtır kesilen erler, tatbikat var diye oraya getirilen ve kurban edilen askeri öğrenciler ve darbeden bile habersizken bir anda işinden ve özgürlüğünden edilen yüzbinlerin yanında, binlerce yargı mensubu. Evet, kurbanlar belli. Ben de bu yargılananlar arasındayım sanırım. Davanın son akıbetini bilmiyorum. Ama darbeye iştirak ettiğim gerekçesiyle son adresime tekrar tekrar polis baskınları yapıldı. Ailem taciz edildi, evleri alt üst edildi. Onlar da sıkı bir AKP seçmeni olmalarına rağmen, bu hiddetten onlar da nasibini aldı.

Avukat tutamadığım için de davaları takip edemiyorum, son akıbetlerini bilemiyorum. Ama şunun altını çizeyim ki:
Ben, darbeden neredeyse bir yıl önce ihraç olmuşum ve akabinde yurtdışına çıkmışım. Yurtdışında adeta dünyadan kopuk bir hayat yaşarken, darbenin olduğunu bile neredeyse bir gün sonra öğrenmiş birisiyim. Buna rağmen ben bile suçlanıyorsam, benimle birlikte aynı dönemde atılmış ve yurtdışında olan başka meslektaşlarım da yargılanıyorsak, şunda eminim: Sadece bunlara bakarak bile bütün bu Darbe iddiaları bir yalan ve düzmece! Ülkede yargı, askeriye vs.. her alanda kıyım yapmak için uydurulmuş bir kumpastır bu, derim. Sırf bu durum bile, hadisenin sahteliğini ortaya koymaya yeter sanırım.

“İlk önce hukukçulara, yargı mensuplarına operasyon yapılması” meselesine gelince:
Hükümmet ve ortakları/ işbirlikçileri, büyük bir kıyım, hatta adeta soykırım yapmak için yıllar süren bir hazırlık yapmışlar, listeler çıkarmışlar. Bu listelemeyi en başta yargı mensupları arasında yapmışlar. Hatta HSYK’nın bu ihraçlarla ilgili dairesinden Metin Yandırmaz’a bu durumu sormuşlardı da; “Bir anda bu kadar yargı mensubu nasıl tespit edildi?” diye sorulduğunda da, bu zat; listelerin çok önceden hazırlandığını, bu yönde çalışmanın yıllardır yapılageldiğini söylemişti basına… Bunu söylemekten çekinmiyor da utanmıyorlar da hatta gururlanarak söylüyorlar bir de; hukukçu/ yargı mensubu ve hatta yargı mensuplarının çatı örgütünün bir temsilcisi sıfatıyla hem de!

ByLock konusu çok tartışılıyor. Bunu biraz açar mısınız? ByLock’un özellikle vurgulanmasının sebebi ne? ByLock kullanılması bir hata mıydı?

Bylock meselesi ve uygulaması, Türk hukuk tarihinin en garabet icraatlarındandır ve Türk Hukuk Tarihi’ne kara bir leke olarak geçmiştir. Bunda katkısı olanlar ise lanetle anılacaktır. İletişim alanında master yaptım, hâkimlik görevi esnasında da “Bilişim Suçları” seminerlerine katıldım. Fakat bu Blokck mevzusunun saçmalığını ve gayrihukukiliğini anlamak için bu kadar okumaya gerek yok, hukukçu olmaya bile gerek yok. Az bir mantık yürütmeyle burdan bir suç üretilemeyeceği anlaşılabilir.

Neticede Bylock denilen program, wattsapp gibi, telegram gibi, kakao talk gibi internet üzerinden haberleşme programı, application. Mesele Bylock olmadığı şurdan belli: Bylock bulamadıklarını Kakao, Telegram kullandığı için suçluyorlar. Hatta hiçbir şey bulamadıklarını, whatsapp ile diğer meslektaşları ile çok konuştu diye de suçluyorlar. Bir gecede içeriye aldıkları binlerce hâkim savcı için suçlayacak delil arıyorlar şimdi harıl harıl. İşte bunlara, hiç birşey bulamazlarsa, “whatsapp ile çok konuşmuş” diye içeride tutuyorlar. İddianame kayıtlara girmiş bir delillendirme bu, şaka değil!

Malumunuz, paranoyak bir devlet yapımız vardır, halkını sürekli olarak potansiyel tehlike olarak görür. O yüzden de insanları sürekli olarak fişler, arşivler durur. Bu paranoya, ülke içinde olduğu kadar, ülke dışı için de geçerlidir. Kendisini yok etmek isteyen dış güçler, bir üst akıl vardır ve hep kendisini yok etmek, ham etmek istemektedir, o yüzden de herkese karşı hazırlıklı olmalıdır, her an herkesi düşman bellemelidir.

İşte bu devlet, dönem dönem özellikle belli insanlara hususen eğilir, onları düşman belirler ve onlara yoğunlaşır, onları fişler. 28 Şubat’ta da açık hedef olan Gülen Hareketi, anladığım kadarıyla 2002 yılında iktidara gelen AKP hükümetinde de en başından itibaren asıl hedef olarak belirlenmiş. Nitekim Erdoğan da zaten partisini kurarken de bu topluluğu zamanı geldiğinde, kendisini hazır hissettiğinde bitirmeye karar vermiş. Yakın zamanda Gülen Hareketi’nin liderinin bir yabancı kanala verdiği röportajı denk gelmişti, orada anlatılana göre; Erdoğan, parti kurmadan önce kendisini ziyarete gelmiş, destek istemiş ve giderken de asansörde “Fırsatını bulunca ilk önce bunların işini bitirelim” demiş.

Binaenaleyh, 2004 yılındaki MGK kararında da Devlet ve Hükümet ortaklaşa olarak bu dini hareketi bitirmek ve yok etmek için mütabakata varmışlar. Taraf Gazetesi’nde bu MGK kararı yayınlandığında hükümet sözcüsü bu kararı yalanlayamamış, “Evet öyle bir karar mecburen alınmıştı ama uygulanmamıştı ki” şeklinde meseleyi geçiştirmeye çalışmıştı. Fakat sonra Mehmet Baransu imzalı yeni bir manşet haberle “Dana hissesine girdi, fişlendi” başlığı ile meselenin fikri takibi yapılmıştı. Oradan anlıyoruz ki, hükümet, asker ve hasılı topyekûn devlet, ortak bir karar almakla kalmamış, bu dini hareketi bitirmek için icraatlere de başlamış. Bunlar, tek tek, bütün sosyal hayat birimleriyle herkesin ayrı ayrı fişlendiğiniz, isimlerinin bir tarafa not edildiğinin resmiydi. Bu ön hazırlıktan sonra (2004-2009), artık imha operasyonu için harekete geçildiğini görüyorum, hadiseleri geriye doğru sardığım zaman…

Böyle bir tenkil, yok etme (Dersim’deki tabiriyle: “Süpürme Harekatı”) hadisesinde Bylock gibi şeylere ihtiyaç var mıydı, bunun bahane olmasına gerek var mıydı? Bence Bylock gibi program telefona yüklenilmiş olsa da olmasa da devlet birilerini yine suçlandıracaktı.

Cemaat ile gönül bağı olan insanların kulağına kim fısıldadı, bu app’i telefonuna indirmesini? İndirenlerin hepsi Cemaatçi mi? İçinde olmayanlar da var mı? Bunlar muğlak hususlar. Bu progamı indiren insanlar, aralarında neler paylaşmış? Basına yansıyan kayıtlara bakıyoruz, eğer gerçek ise: “Bahar gelecek, üzülmeyin, dayanın.. hatta birisi de böyle bir müjdeli rüya görmüş vs…” Ya da evlenmek isteyen bekarlar için aracılık, çöpçatanlık vs.. yapılmış. Bunlar için özel bir programa ihtiyaç var mıydı ki?

Görüyoruz ki, 15 Temmuz Darbesi’ne (?) katıldığı söylenen askerler bütün yazışmalarını whatsapp üzerinden yapmışlar. Çünkü, haddizatında gizlenmenin en güzel yolu, kalabalıkların arasına karışmaktır. whatsapp gibi aleni, yüz milyonlarca kullanıcısı olan programlar varken, açık hedef haline gelmiş bir programı niye kullanasın ki?

Şu bir gerçek ki, devlet hiçbir topluluğu es geçmemiş, hepsinin içine zamanında adamlarını, ajanlarını yerleştirmiş, olmadı devşirmiş. Bu kriptoları sayesinde de o toplulukları sezdirmeden yönlendirmeye, deşifre etmeye çalışmış. Bu Bylock meselesi de böyle şaibeli duruyor. Benim anladığım şu:
Devlet, zaten hedef belirlediği bu topluluğu yok etmek için en baştan fişlemesini yapmaya başlamış, bir hayli yekuna ulaşmıştı. Ama asıl işkillendiği, kendisini sezditmemiş olanları da bir şekilde ortaya çıkarmak. O yüzden de içeriden birilerine, kendi uzantılarına bu yemi uzattı ve içeriye attırdı. Fişlenmemiş, devletin radarına takılmamış son kalanları da tespit oldu kendince. Bunu da yine eleme yöntemiyle yaptı. Çünkü bu program zaten Appstore’da, Google Store’da olan kamuya açık bir program. Bunu herhangi bir kimse de indirmiş olabilir. Hatta partinin içinden de bir hayli kimse, bu programın güvenli olduğu gerekçesiyle telefonuna indirmiş bulunmuş. Eleme yöntemiyle bunu belli bir sayıya indirdiler, kalan bir kısmını da peşin suçlu ilan ettiler. “Acaba hata ediyor muyum, içinde alakasızlar var mıdır, yok mudur” iç muhasebesine bile girmeden.

Bu yönüyle de Bylock excell listeleri, istihbaratın/ MİT’in bir ön istihbarat verisidir. Yani istihbarat, belli insanları hedef aldığında onları tespit için belli kıstaslar geliştirir, bunların da hukuki anlamda bir bağlayıcılığı yoktur. Kendisinin bir iç çalışma yöntemidir, bu tespitlerle hedefleri tespit eder, o hedefleri belirledikten sonra da onların bir suç işlemesini takibe almaya, bir suç üstü yapmaya çalışır. Buna dair bulgular elde ederse de bunu ilgili kolluk güçleriyle paylaşır, işini yapar ve çekilir. Şimdi istihbarat işleri özel bir hal alsa da işleyip bu şekilde.

Yani, “Bu insanlar genelde bıyıklarını şöyle keser, bayanları başını söyle örter, telefonlarına Bylock gibi uygulamalar yüklemiş olabilirler” gibi, tespit kriterleri. Nitekim AİHM Benedik/ Slovenya Kararı’nda da Bylock kullanıcı tespitlerinde operatör kayıtlarını esas almanın yanlış olduğu belirtilmiş, bu haliyle suçlamalarda esas alınamayacağı vurgulanmış, internet verileri noktasında mahremiyetin ihlal edildiğine, AİHS 8. M. Kapsamında özel hayata saygıya vurgu yapılmıştır.

Yargıtay’da da Bylock kullanımının tespitinin örgüt/ cemaat üyeliği için yeter karine gibi gösterilmeye çalışılsa da bu yönde Yargıtay’da da kafalar karışık. 16. Ceza Dairesi 2017/3543 Esas ve 2018/256 no’lu Kararında Bylock tespitinin belirsizliğine işaret etmiştir.

Şimdilerde bir de Mor Beyin hikayesi var. İstediklerini böyle listelerle çıkarıyorlar, ekliyorlar. Neyse, bu konuyu uzatmak istemiyorum. Yaşanan garabetleri günlerce konuşsak bitmez. İleride de Türk ve Dünya hukuk tarihinde, “yaşanan hukuk rezaletleri” başlıklı araştırmalarda nice tezler, kitaplar yazılacaktır ve bunun büyük bir bölümüne “Bylock safsataları”na ayıracaklardır.

Özetle diyeyim, kurt kuzuyu yemeye kafayı koymuş baştan. Bylock olsa da olmasa da. Ama bir yerde tespitte elini güçlendirmiş kurdun. Hangi cin fikirli bu programı ortaya attı, Cemaat niye bu yemi/ zokayı yuttu; bunlar da Cemaat’in içindekilerin, tepesindekilerin (her kimlerse) cevaplaması gereken mevzular.

Cemaat, Ergenekon ve Balyoz davaları sebebiyle de çok eleştirildi. Bu davalarda bir hukuksuzluk yapıldı mı sizce? Sorun neydi o davalarda? Ne olmalıydı?

Balyoz, hele Ergenekon Davaları ülke tarihine damgasını vuran çok çaplı davalar idi. Binlerce sayfalık iddianameler, onbinlerce sayfalık dökümanlar. Ben merak ettim, belgeleri internetten indirdim, okumaya başladım. Şu an oldu halen bitiremedim. Konuyla ilgili çıkmış bütün kitapları aldım, büyük oranda okudum. Herşeyi, her meseleyi anladığımı söyleyemem.

Kimsenin de tam olarak nelerin olup bittiğini tam anlayabildiğini, bütün dosyalara tam vakıf olabildiğini sanmıyorum. İlgili ilgisiz bir sürü bilgi, belge, tape. Ortada nasıl bir mesele, bir dava var, kimler, niye yapmış, neticesi ne olmuş; onlara genel bakmak gerek. Yoksa detaylar arasında boğulur gideriz. Resmin bütünlüğünü göremeyiz. Tafsilatlı konuşmaya kalksak da günlerce sürer. Ayrı bir röportaj konusu olarak ele alınsa yeridir.

Fakat kısa kısa gidelim.

Önce Balyoz. Asker içinde AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte 28 Şubat’ın artçılları olarak bir dizi darbe arayışları olmuş anlaşılan; Ayışı, Sarıkız vs.. Bunlardan birisi de Balyoz. Anladığımız kadarıyla İstanbul 1. Ordu’da Çetin Doğan’ın başını çektiği bazı generallerin koordinasyonunda bir darbe hazırlığı yapılmış, görev taksimatları vs.. yapılmış. Bunları bir de ses kaydına almışlar. Bir valiz dolusu belge ve bilgiyi de ortaya koymuşlar. Burdaki en büyük fecaat, orada mecburen bulunmuş olan herkesi aynı torbaya koydular ve davayı dalga dalga büyüttüler, birçok insanı ilgisizce mağdur ettiler. Halbuki askerlikte esastır, seni bir yere çağırırlarsa gidersin, bulun derlerse bulunursun. Tıpkı 15 Temmuz Çakma Darbesi’nde köprünün üstüne sürülen askerler, askeri öğrenciler gibi.. Ben de o dönemde bulunsaydım, asker olsaydım Balyoz toplantısına katılacaksın deselerdi mecburen katılırdım. O darbe karmaşası içinde şurada dur deseler dururdum herhalde. Ama iyi ki asker değilim.

Zaten emirlere, talimatlara alışkın da değilim.

Orada hukuken bir ayrıştırma yapmalılardı. O darbe planını tertipleyen irade, üst komuta kademesi ayrılmalıydı. Bir de hasbelkader orada bulunan asker.. Bu ikinci grubu muaf tutmalı, mevcut deliller ışığında hızlı bir yargılama yapılmalı. Sorumlu bir avuç koordinatör komutana gereken cezalar verilmeli, diğerlerinin ise yakası bırakılmalıydı.

Ama öyle olmadı. Ergenekon (ETÖ) davasında da öyle olmadı. Şimdi FETÖ denilen davalarda da öyle olmuyor. 2002’den beri tek bir iktidar ve tek bir lider tarafından yönetiliyor ülke. Bu yönetim, dönem dönem insanları dalga dalga alıyor, ezip ufalıyor, mağdur ediyor, yaşla kuruları birbirine karıştırıyor ve binlerce, onbinlerce, hatta günümüzde yüzbinlerce mağdurlar oluşturuyor. Bunu yaparken de çığ düşme mantığı ile savura savura gidiyor.

Soruşturmalar, yargılamalar uzun dönemlere, ardı sıra giden silsileli dalgalara yayılıyor. Bunların başında da tek bir hükümet var. Hatta Erdoğan’ın bu davaları bizzat takip ettiği ifade edildi. Kendisi de şu son davaları bizzat takip etmekte olduğunu bir basın açıklamasında da ifade etmişti.

Gündemde yeni bir hatıra kitabı var; Bundan önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün basın danışmanı Ahmet Sever’in. Kitabında Sayın Sever; bütün davaları Erdoğan’ın bizzat takip ettiğini, hatta Ergenekon savcısı Zekeriya Öz’ü bizzat aradığı, talimatlar verdiğini kaydediyor.

Nitekim, Ergenekon Davalarının hazırlanmasında önemli bir rol oynayan Emniyet Müdürlerinden Ali Fuat Yılmazer de savunmasında; Talimatların Erdoğan’dan geldiğini, her aşamada kendisine brifingler verildiğini, kendisinin olayların bizzat takipçisi olduğunu, hatta çok bunaldığında omuzuna başını yaslayıp ağladığını vs.. de anlatmıştı ve bunlar basına yansımıştır.

Şimdi şu anlatılıyor:

“Siyaseten herkesi ve herşeyi kullanan Erdoğan, kendisine engel çıkaran askerleri Ergenekon davası çatısı altında ezdi, ekarte etti ve bunu yaparken de Cemaat’in yetişmiş kadrolarını kullandı. Daha sonra da kendisine ilerisi için potansiyel tehlike gördüğü ve kendisine bir türlü tam biat etmeyen Cemaat’i bitirmek için de bu sefer Ergenekoncu dedikleriyle anlaştı ve onları Cemaat’in üzerine saldı. Bunu yaparken de ayrıca İskenderpaşa, Menzil gibi başka bazı tarikatleri ve cemaatleri de bu yok etme işinde kullanıyor.”

Dini bir hareket böyle operasyonlarda yer almış mıdır, almışsa bunu hangi saiklerle yapmıştır, dini hareket kurallarına uyar mı uymaz mı, yaparsa bu paralel yapı tanımlamasına uyar mı? Bunların tartışılması lazım.

Bu operasyonlarda adı geçen devlet memurları Cemaatçi miydi, Cemaatle irtibatla ne aşamasında idi, Cemaatçi iseler de operasyonlara dahil olmalarında Cemaat’in bir katkısı, talimatı vs. olmuş muydu?

Bu konularda şimdiye kadar hiçbir birinci ağızdan açıklama, ya da somut bir veri olmadı. Polis müdürlerinden ya da Zekeriya Öz’den vs. Cemaat iltisakına dair herhangi bir beyan, bir kabul olmadı. En azından biz medyada bu yönde bir şey duymadık, okumadık. Ortada bir önkabul var, “Kesin onlardandır” vs. diye. Hep birileri onlar namına hükümlerde bulundu, bir gün onların da çıkıp bu iddialara bir cevap vermesiyle ancak net bir bilgi ortaya çıkacaktır.

Ortada kesin bir bilgi var ki; operasyonların hepsinin başında R.T Erdoğan var ve bizzat takip etmiş hepsini de..
Ergenekon Davalarında operasyonları yürütürken Cemaat’in yardımını mı istemiş? Bu yardımı, ilgili gördüğü memurlar üzerinden mi istemiş, yoksa Cemaat’in üst kadrosundakilerden, Cemaat’in liderinden mi istemiş? Bu konular net değil.

Sıkıntı şu:

Diyelim ki operasyonların hepsinde de hakikat payı var. Ergenekon’da, ortada binlerce silah var, suikastlardan, darbe planlarından vs. bahsediliyor. Balyoz’da ortada kapsamlı bir darbe planı var diyelim. Zaten böyle iddialar halinde ilgili memurlar mecburi olarak o dosyalarla ilgilenmeliler. Yoksa görevi ihmal, hatta suistimal olur. Yürütmeden, yargıdan da soruşturma için bir ihbar, bilgi vs. geldiğinde de zaten ilgili kurumlar gereğini yapmalı. Yapmazsa zaten o zaman paralel yapı olur. Devletin, yürütmenin başı bazı resmi iletimlerde bulunuyor ve gereği yapılmıyorsa, organize olarak direnme, görevini yapmama olabilir. Fakat, gel gör ki;

Tamamen yasamaya ve yürütmeye karşı da bağımsız olması gereken yargı mensupları, bağımsız ve tarafsız olarak yürütmeleri gereken hukuki işlemlerini, soruşturmalarını ve davalarını siyasilerin talimatları doğrultusunda yapıyor idilerse, bu çok büyük bir fecaattir. Siyasete kolunu kaptıran yargı erkinin, sonra bütün gövdesi elden gider. Bugün sana özel zırhlı arabasını verenler, yarın işine gelmediğinde de altından herşeyini alır, seni ortada dımdızlak bırakır. Bunlar da gözümüzün önünde gerçekleşti. Bu esnada Cemaat’in talimatları vs. oldu mu olmadı mı bilmiyorum. Bunun muhatapları da o operasyonların başaktörleridir. Fakat mağdurları biliyoruz. Ergenekon’da davalar sulandırıldı, uzatıldı, dalga dalga yayıldı. Süürekli ülke bununla meşgul edildi. Kurumlar bu şekilde yıpratıldı; başta ordu ve askeriye. Bu operasyonlara balıklamasına atlayan basın, gruplar yıpratıldı. Bu yargılama esnasında bazı sanıklar ve aileleri mağdur edildi.

Bu operasyonlarda adı geçen bazı savcılar vardı, şimdi yoklar, adları bir hayalet gibi dolaşıyor; “Şurda görüldüler, şu ülkedelermiş”.. Ama o davalardan sonraki mağdurlar belli ve yüzbinlerce. Şimdi gözümüzün önünde acı çekiyorlar. Ergenekoncu oldukları söylenen bazı kimseler hapisten çıktılar, kilit noktalara geldiler. Şimdi de bir kitleye karşı resmen soykırım yapıyorlar, bazı operasyonları yapmış olan bazı devlet görevlilerinden intikam almak saikiyle.. öyle olduğu deniyor. Burs verdi, bankaya para yatırdı diye onbilerce insan hapiste, işkence altında. Bu Ergenekon davalarında neler oldu, kimler yaptığını da bilmeden hem de.. Bu kadar meseleye kafa yordum, ben dahi işin içinden çıkabilmiş değilim. Kaldı ki gariban esnaf, ev hanımı vs. nereden bilsin, ne suçu var operasyondan filan?!

Bir de bakılır; o operasyonlarda bir usulsüzlük, hukuksuzluk yapılmış? Olmayan bir iddia ile insanlara iftira mı atılmış. Bildiğim kadarıyla o davalar tümden ortadan kalkmadı, Demoklesin kılıcı gibi tepede sallanıp duruyor. Cemaatçilerin işi tamamen bitirilince tekrar raftan indirilecek gibi bir durumda.

O operasyonlarda yer alanların hukuksuzlukları olduysa da gerekli işlemler yapılır, ilgili kişilere cezası verilir. Suçun şahsiliği ilkesi gereğince de sadece ilgili kimseler bu suçtan mesuldür. Bir kan davası gözüdönmüşlüğü ile de önüne çıkan herkesi biçmenin de ne insanlıkta ne hukukta yeri yoktur.

Evet, herkes kendi yaptığından mesuldür ve herkes kendi yaptıklarının hesabını verir. Ergenekon, Belyoz ve şimdi FETÖ davalarında görev yapmış ve yapmakta olan yargı mensupları, yaptıklarından şahsen sorumlu olacaklar: “Talimat böyleydi, böyle yaptım” demek onları hiçbir sorumluluktan kurtarmayacaktır. Ben de kendi verdiğim kararlardan mesulüm ve ancak onlardan hesap veririm. Hâkimlikte çok da uzun süre durmadım. Ama görev yaptığım dönem içerisinde sadece kanun çerçevesinde ve vicdanımla karar verdim. Neticesi ağır olabilecek davalar geldi karşıma, bunlarda da vicdanım ne diyorsa onu yaptım, neticesine de katlanıyorum şu an. Mesleğimi vs. aldılar ama iç huzuru, vicdan rahatlığı bana kaldı, bu da bana yeter.

Cemaat ile ilgili olarak Paralel Devlet Yapılanması ve ‘terör örgütü’ iddiası var. Öncelikle Türkiye’deki yasalara göre terör örgütü olmanın koşulları nelerdir? Görülmekte olan davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olarak gösterilen eylemler nelerdir?Tek merkezden emirler alındığı ve bürokratların ‘paralel devlet’ gibi davrandığı iddialarının delilleri nelerdir? ‘Devlete sızmak’ meselesinin hukukî karşılığı var mıdır? Bu iddialarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Paralel Devlet” tabiri ilk olarak KCK yapılanması için kullanılmıştı. Sanırım, ilk olarak Diyarbakır’da görev yapmış olan bir özel yetkili savcı arkadaş kullanmıştı bu tabiri ilk olarak, KCK dosyaları kapsamında… Yani özetle, devletin içinde devlet gibi bir düzen kurup, ayrı bir devlet gibi askeri, adli, emniyet düzeni kurmak…
Nitekim o dönemde KCK üst yapılanmasının böyle bir sistem kurduğu, kendi mahkemelerinin olduğu ve kendi yargılamalarını yaptığı konuşuldu, basında yazıldı çizildi. Bu mahkemeler, sadece kendi örgüt bünyesindeki değil, sivil halkı da yargılamaya, onların hukuki işlemlerini yapmaya başlamıştı.

Hatta benim mahkememe gelen bir davadan hatırlıyorum; bir küçük kızı kaçırma ve alıkoyma ile ilgili.. Ailesi önce bu KCK mahkemelerine gitmiş, taraflar başlık parasında vs. anlaşamamışlar, sonra olay “T.C. mahkemeleri”ne intikal etmiş, sonradan anladığıma göre.

Bu şekliyle KCK’nın bölgede valilerinin, kaymakamlarının olduğu, devlet gibi bölge halkından vergi, harç, haraç aldığı da sıkça konuşulmuştu.

Sonra bu “Paralel Devlet Yapılanması” tabiri, özellikle 17/25 Aralık Yolsuzluk Operasyonlarından sonra, Erdoğan tarafından Cemaat’in hedef alınmasıyla birlikte Cemaat’e karşı kullanılmaya başlandı. Israrlı söylemleriyle ve başka siyasilere ve kurumlara da söyleterek bu tabiri Cemaat’e karşı yerleştirdi Erdoğan.

Burada kast ettiği; Cemaat intisabında olan kimselerin devletin değişik kademelerinde yer almaları ve de yeri geldiğinde ortak bilinçle hareket etmeleri… Eğer bu tanımı esas alırsak Türkiye’de binin üzerinde “Paralel Devlet Yapılanması” bulunmaktadır. Neredeyse bütün tarikatler, cemaatler, sol yapılar, milliyetçi gruplar, bütün siyasi gruplar, etnik grup bilinciyle hareket edenler, belli mezhep yapıları vs…

Yani belli bir motivasyon, inanç düşünce birlikteliği içinde olan hemen her grup ve topluluk bu torbanın içine çok rahat konulabilir. Bu şablonu kullanarak her siyasi güç, iktidara gelerek kendi işine yaramayan herkesi ve her topluluğu buna dahil edebilir ve yok edebilir.

Şimdi AKP var ve 10 yıl kadar birlikte çalıştığı bir topluluğu bir anda terör grubu haline getirebildi. Halbuki kendi gücünü tam elde edinceye kadar bu cemaatin bütün kadrolarını tepe tepe kullanmış ve iddialardan anlaşıldığı kadarıyla, Ergenekon gibi yapılara karşı bu yetişmiş kadroların sinerjisinden faydalanmış.
Devlete adam yetiştirme aslında Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri bütün İslami hareketlerin ve grupların temel ideali ve gayreti oldu. Tam bir “İslam Davası” olmuştur bu mesele.. Bundaki en temel motivasyon ise, Cumhuriyet’in ilk yıllarında dine ve dindara karşı takınılmış olan haşin tutumdur. Devletin bu hışmından sadece İslami gruplar değil, Aleviler, Kürtler, solcular vs. de nasibi almıştır.

Dolayısıyla da her grup, yer yer celallenip halkına zulmeden, adeta paranoyakça hareket eden devletin şerrinden emin olmak için kendi adamları olsun istediler. Umulan, içeride kendi adamları olursa kendilerine gelecek zulme kalkan olmaları.

İşin bir başka saiki de her dini, siyasi, etnik vs. grup aynı zamanda kendi adamlarıyla devleti dönüştürmek istedi; kimi devletin daha dini hale gelmesini, kimisi daha sol sosyalist olmasını, kimisi daha milliyetçi- Osmanlıcı- olmasını istedi vs… Bu dönüşümü de kendi yetişmiş çoğunluklarıyla sağlamaya çalıştı. (Bunlar doğal insiyaklardır ve bunlara “devlete sızma” da denemez. Çünkü bu ülkenin ve milletin içinden çıkan insanlar, gruplar tabii ki yetişince kendi devletine girecek. Bu, sızma değil, en doğal haktır. İslam Davası” denilen şey de imanlı, inançlı nesiller yetiştirme, bunları devlete yerleştirme idi. Çünkü hareket noktası şu idi: “İnançlı, Allah’tan korkan insanlar olursa, bu insanlar haram yemez, kötülük yapmaz, zulmetmez, ülkesini satmaz” idi.)

Devleti kuran irade ise bu konuda çok tutucu ve paranoyak idi ve her türlü değişime karşı keskin tepkiler gösterdi ve hiçbir zaman asli gücü paylaşmaya yanaşmadı.
Şu bir realite ki, devletler insanlardan, insan topluluklarından oluşur. Bu gruplar enerjileriyle, çalışmalarıyla ve vergileriyle o devleti ayakta tutarlar. Bu ölçüde de her grubun ve topluluğun da kendisini devlet içinde bulması, temsilcileri olması gerekir. Böyle daha efektif ve adil olur, bu şekilyle de topluluklar devleti daha rahat benimser, kendisinden kabul eder. Yani eğer bu üke herkesin ise bir Türk ne kadar bu toplum ve devlet içinde yer bulabiliyorsa bir Kürt de o kadar bulabilmeli, bir Sünni ne kadar yer alabiliyorsa bir Alevi de en az o kadar yer bulabilmeli.. Bir tarihi, siyasi lideri (mesela Atatürk’ü) sevenler olduğu kadar, bir şeyhi, bir hocayı, bir ideoloji adamını sevenler de devletin içinde yer alabilmeli.. Tabii ki liyakati ölçüsünde ve evrensel hukuk ilkelerine bağlı kalmak kaydıyla. Bu temsil edilebilirlik; değişik cinsel tercih sahipleri, farklı sosyal tercihleri olanlar için de olmalı… Yani Avrupa’da, Amerika’da nasıl oluyorsa, nasıl olageliyorsa..

Dolayısıyla da belli ideoloji içinde insanların devlet içinde yer almasını başlı başına “Paralel Devlet Yapılanması” olarak tanımlamak çok sakıncalıdır. O cin o şişeden bir çıkarsa –ki çıktı da- bir daha asla o şişeye giremez. Bir gün herkes “Paralel Devlet Yapılanması” torbasına girebilir. Andy Warhol’un dediğine ithafen: “Herkes bir gün Paralel yaftasını hakedip, bir süreliğine de olsa terörist ilan edilebilir.”

Fakat ilk ve gerçek anlamıyla baktığımızda Türkiye’de 2 tane “Paralel Devlet Yapılanması” vardır kanımca.. İlk tanımlama gereği KCK’nın.. Gerçi onun bu yapılanması geçerliliğini koruyor mu korumuyor mu o da belli değil. Zaten bu yapılanma içinde, merkezinde MİT’in olduğu yazıldı. Hatta İstanbul merkezli MİT-KCK ilişkisine dair soruşturmada iş Hakan Fidan’ın kapısına dayanınca, hatırlarsanız 8 Şubat Mit krizini- film orda kopmuştu. Bu “Paralel Devlet Yapılanması” dediğimizin de Devletin içindeki siyasi bir gücün üretmesi, türetmesi olduğu iddia edildi… Bu soruşturmayı yürütenler “Cemaatçi” olmakla suçlandı. Kılıçlar çekildi ve bir dizi süreç..

Evet, “İki “Paralel Devlet Yapılanması” var bence” demiştim ya. Diğeri ve asıl olanı da “Erdoğan’ın Paralel Devlet Yapılanması”. Yani, mevcut adli yapının üstünde kendi yargısını da kuruyor, yargıyı etkiliyor, kendi istediğine göre esnetiyor. Mevcut askeriyeyi, orduyu hallaç pamuğu gibi atıp kendine göre dizayn ettiği gibi, SADAT gibi yapılarla kendi ordusunu kurduğu iddia ediliyor. Osmanlı Ocakları gibi bazı yapıların da bu amaca hizmet ettiği söyleniyor. Emniyet’in Eğitimin durumu hakeza… Eğitim demişken; kendi Türgev’i ile Milli Eğitimi nasıl dizayn ettiği, hatta bazı eğitim kurumlarının bu derneğine nasıl peşkeş çektiği basında yazıldı.
Bu yapılanmalarını yurtdışına da yayıyorlar. Avrupa’daki Türkler’e olduğu kadar, değişik Müslüman ülkelerinde de benzer yapılanmaları var. Kendi nesillerini, kadrolarını kurmaya çalışıyorlar, bunu yaparken de devletin bütün imkânlarını kullanıyorlar. Hareket mantığı olarak da bire bir Cemaat’i taklit ettikleri, modelledikleri görülüyor.

“Paralel Devlet Yapılanması” nedir ne değildir diye değindikten sonra, bir topluluk ne zaman terör örgütüne dönüşür, hangi durumda terör örgütü sayılır, o meseleye açıklık getirmeye çalışalım:

“Terör” ve “terör örgütü” tanımlanmıştır: “Siyasi, dini veya iktisadi hedeflere ulaşmak amacıyla, araç olarak insanların can ve mal güvenliklerini tehlikeye düşürecek ve onlara zarar verecek şekilde, yine bunun yanında resmi, yerel ve merkezi yönetimlere karşı baskı, yıldırma, tehdit, cebir ve şiddet içeren eylemlere ve bunlarla oluşturulan korku ortamına terör”,

Teröre başvuran organize yapılanma “terör örgütü” ve mensuplarına da “terörist” denilir. (3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu m.1 ve 3’e ve de Türk Ceza Kanunu 302 ve devamı maddelerine bakılabilir).

Doktriner tartışmalara girmek istemiyorum. Ama şu çok açık ve nettir: Avrupa Birliği’ne uyum süreci düzenlemeleriyle birlikte ülkemizde terör ve terörist kavramı noktasında keyfi ve muğlak tanımlamalar uygulanmamaktaydı. Ölçü bellidir: “cebir ve şiddet” varsa bu teröre girer. Onun haricinde insanların farklı inançları, düşünceleri olabilir, bunları özgürce yayabilir de. Ama başkalarını “tehdit, cebir ve şiddet içeren eylemlerle” etkilemeye, iradelerini baskılamaya çalışıyorsa orada terör vardır, terörist vardır. Yani çıkıp da “ben istedim mi 1 savcı ve 2 polisle istediğim kimseleri terörist ilan ederim” demek olmaz. Yapılırsa da bu yapılan zamanla bir terör faaliyete dönüşür! Ülkede de zaten bu yönde bir terör estiriliyor.

“Talimatla iş yapma”ya gelince.
Şu bir gerçektir ki, devlette bir yeknesaklık olmalıdır. Hiç bir devlet de işleyişince uyumsuzluk istemez. Devletin kendi silsilesi vardır ve talimatlar legal emirlerle üstten aşağıya doğru sirayet eder. Bu, askeriyede ve emniyette çok daha katıdır.

Adalet teşkilatında ise yargı mensupları tamamen yasalarla bağlıdır. Yargı mensubu kanunlara, içtihatlara, evrensel hukuk kurallarına, uluslararası düzenlemelere göre hareket eder ve vicdanına göre kararını verir. Bunu yaparken çevresinde birilerinin, devletin üst kademesindekilerin görüşleri, ricaları, tavsiyeleri olabilir.

Bunlara takılmadan, adalet ve hukuk neyi gerektiriyorsa ona göre gereğini yapar. “Adil ol, doğru karar ver” gibi tavsiyeler varsa, zaten yasalar ve kurallar da onu söylüyor. Kanun dışı, adil olmayan şeyler deniyorsa ve yargı adamı da bunları dinleyip ona göre kararlar veriyorsa, mesleğine ihanet ediyor demektir. Yapılan şey kanunsuz olduğu gibi, adaleti çiğnemektir de. Dolayısıyla da böyle kararlar veren kimseler şahsen sorumludur, verdiği yanlış kararların da karşılığını bulur, cezasını çeker. Her karar verenin kendi sorumluluğudur bu.

Devlet sisteminde bu iş nasıl işliyor derseniz:

Tek tek kişiler ve olaylar üzerinden insanları etkileme pek olmuyor, genel olarak… Belli inanç düşüncesine sahip devlet içindeki kimseler, ortak bilincin tepkisine göre tavır alabiliyorlar. Eğer o topluluktakiler, o topluluğun önderi kimseler diyorsa ki: “Biz artık şu siyasi partiye destek veriyoruz” ya da, “Biz şu topluluğu hasım, düşman belledik, ona göre”.. İşte o zaman ona göre tavır alınabiliyor. Bu iş, tarikat kültürlerinde çok daha teslimiyetçi olunabiliyor. Çünkü tarikatte şeyhine tam teslimiyet vardır, onunla rabıta etme, rabıta/ irtibat içinde olma vardır. Dolayısıyla o birisine teslim ol diyorsa olursun, düşman ol diyorsa ölümüne düşman olursun. Bu ise tamiri imkânsız yaralara ve haksızlıklara yol açabilir.

Cemaat kültürlerinde bu psikoloji biraz daha gevşektir sanırım. Süblimal boyutta etkileşimler olabilir. Fakat hangi boyutta olursa olsun, bu saiklerle hukuk ve adalet dışı her ne yapılırsa bu suçtur, günahtır ve neticede zulümdür. Her kim, hangi saikle yaparsa yapsın, budur!

Bu ortak bilinç psikolojisi nereden doğdu derseniz:
Hani sözün başında bahsetmiştik, devletin hışmından korunma güdüsü.. İsmet İnönü’nün meşhur ve manidar bir sözü vardır:
“Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.” Bir başka sözde de kötülerin birlik olduğu yerde, iyilerin de onlara karşı birlik olması vurgulanır.

Sanırım bu işgüdüyle Türkiye’de insanlar grup psilolojisine girdiler hep. Kimi zaman Türk milliyetçileri başka etnik gruplara karşı, Kürtler, faşizan topluluklara karşı dayanışmaya girdiler.. Alevi toplulukları, kendilerini sindirmeye çalışanlara karşı vs…

Cemaat de 28 Şubat’tan beri kendisine karşı gard almış olan derin yapılara karşı bir birlik ve savunma psikolojisi içerisine girdiler. Korunma noktasında temel bir içgüdü, ayakta/ hayatta kalma güdüsü.. Bu derin yapı bazen Ergenekon olarak, bazen başka bir yapı olarak göründü onların gözünde sanırım.. dolayısıyla da bazen Erdoğan gibi daha yolun başında “ilk fırsatta kendilerini yok edecek” bir siyasiyle bile bu gruplara karşı ittifak kurma arayışına itti..

Bu doğal bir savuma psikoloji olarak başlayan birlik hali zamanla siyasileşme, farklı bir güç evrilmesine yol açmış mıdır; bu ise sosyologların araştırma konusu.. Fakat netice olarak şunu diyeyim:

Başta hangi saiklerle yola çıkılmış olursa olsun; kimse adaletten, haktan ayrılmamalı.

Hak bilinen yollarda, batıl- hukuksuz vesilelere, yollara sapılmamalı. Aksi taktirde bu dünyada da ahirette de bedelleri olur. Bu, her topluluk için geçerlidir. Bunlar genel ilkeler ve kurallardır. Kimseyi yargılamıyorum, kimseyi itham etmiyorum. Çünkü kimsenin özeline vakıf değilim. Bunlar benim şahsi muhasebelerim. Benim de kendime göre dini, milli, şahsi kimliklerim, mühalazalarım var, kendime göre tercihlerim ve beğenilerim var… bunlar beni bağlar. Bazı insanlara, bazı topluluklara hassaten muhabbetim, bazı insanlara karşı mesafen vardır belki. Ama bu hislerim, hiçbir zaman karar verme mekanizmama etki etmedi, en azından tesir etmemesi için azami gayret ve özen gösterdi.

Ama irademi aşan, bilmediğim hususlar olduysa da Adil-i Mutlak’ın rahmetine sığınırım.

Source: 

Read More

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1