Lawyers In Exile

Askıda İrade

Bir insanı yaşatmaktan daha kutsal bir şey yoktur, deriz. Ama bazen öyle olur ki, yaşamak denilen şey, bir bekleme odasında unutulmaya benzer. Mülteci kamplarında yapılan çalışmalar, insanların ruh sağlığını dört koldan kuşatan bir sistemi gözler önüne seriyor. Önce barınma meselesiyle başlıyoruz; çünkü insanlar başlarını sokacak bir yer ararken, ruhları da sığınacak bir güvenlik duygusu arar. Oysa kamplar, mahremiyetin bir lüks, huzurun ise rastlantı olduğu yerler hâline gelmiş. İkinci tehdit, o çok bilindik kaçış: alkol ve uyuşturucu. Umut bulamayınca, uyuşmak bir tür teselliye dönüşüyor. Üçüncüsü, sağlık sisteminin görmezden gelme alışkanlığı. Depresyonun, travmanın, kaygının dili eğer resmi evrakta yer bulamıyorsa, göz teması da çoğu zaman eksik kalıyor. Ve son olarak, insanları bir kamptan diğerine savuran o düzen: Dostluklar yarım kalıyor, bağlar kopuyor, kimlikler sürekli silinip yeniden yazılıyor. Mülteciler geçmişlerini zaten geride bırakmışlardı. Şimdi ise, yaşadıkları bugünde, sistemin ürettiği yeni bir travmanın içinde yol bulmaya çalışıyorlar.

 

Elbette hedef belli: Bu insanları içinde yaşadıkları topluma entegre etmek; onlara sadece bir ev değil, bir yön, bir aidiyet duygusu kazandırmak. İçindeki sıkışmayı dışarı salmak için ya kendine ya başkasına zarar veren biri, hangi “entegrasyon kriterini” karşılayabilir? Düşünce bulanıklığıyla yürüyen, sürekli yer değiştirmenin ardından kimlik duygusunu yitirmiş bir bireyin, hukukî medeniyetin sınırlarına kendiliğinden riayet etmesi ne kadar gerçekçidir? Suça bulaşmasın, düzeni bozmasın, özgürlük anlayışımıza gölge düşürmesin istiyoruz – evet. Ama bu istek, yalnızca talepten ibaret kalırsa, mülteciyi bir sorumluluk öznesi olarak görmekle, onu yalnızca uyum sağlaması beklenen bir problem olarak görmek arasındaki o büyük farkı kaçırırız. Oysa mesele, bu insanları topluma “uymaya” zorlamak değil; onları, toplumun bir parçası olarak onarabilmek. Hem ruhlarını hem rollerini yeniden inşa edebilmek.

 

Hukuk teorisinde, geçerli bir sözleşmenin ya da hukuki işlemin temelinde bireyin serbest ve sağlıklı bir iradeyle karar verebilmesi yatar. Ancak mülteci kamplarında yaşanan psikolojik baskılar, travmalar ve sosyal dışlanma gibi etkenler, bireyin bu iradeyi oluşturma yetisini ciddi şekilde zayıflatır. Zihinsel bulanıklık, korku, çaresizlik ve devam eden belirsizlik hâli, mültecilerin kendileri için en uygun kararı vermelerini engelleyebilir. Roma hukukunun özlü ifadesiyle: Errantis voluntas nulla est – “Hata içindeki iradenin hiçbir değeri yoktur.” Bu ilkeye göre, ruhsal çöküntü veya yanlış yönlendirme altında oluşan irade, hukuki sonuç doğursa da, tam anlamıyla insanca bir irade ortaya koyabilmiş midir? Dolayısıyla, insanların sahip oldukları ruhsal durum, yalnızca insani değil, aynı zamanda hukuki bir meseledir. Hukuk, bireyin özne olma kapasitesini ancak onun sağlıklı bir iradeye sahip olabildiği ölçüde tanıyabilir ve koruyabilir.

Ama bu kadar travma sonrasında, hâlâ “irade” diyebiliyor muyuz? Gerçekten bir işin üstesinden gelebileceğine inanan bir insanla, hiçbir şey yapamayacağına kanaat getirmiş, hayatı yalnızca beklemekten ibaret hâle gelmiş bir insan arasında aynı hukuki sorumluluğu aramak hakkaniyetten mi, alışkanlıktan mı kaynaklanıyor? Gün sayan bir mahkûmun, şafak tabelasına kilitlenmiş bir zihnin iradesiyle, hedef koyabilen, umut kurabilen bir bireyin iradesi nasıl bir tutulur? Kamplar, yalnızca fiziksel değil, zihinsel duvarlar da inşa ediyor. İnsanlara, hayatta bir yere varabileceklerine dair ufku adım adım unutturuyor. Müspet anlamda ortaya bir şey koyabilecek tüm potansiyel, “bir sonraki transferin” ya da “dosyanın işleme alınacağı günün” belirsizliğinde eriyip gidiyor. Oysa hukuk, kâğıda atılan imzadan fazlasıdır. O imzayı atan kişinin kendini hâlâ bir “kişi” olarak hissedip hissetmediğiyle ilgilidir. Çünkü irade, sadece bir karar değil; aynı zamanda bir insanın kendine dair duyduğu inancın ifadesidir.

 

Yine de ışık sızacak bir yer buluyor kendine. Avrupa’da uygulanan bazı psikososyal müdahaleler, insanın acısını tanımaya çalışan yöntemler sunuyor. Sanat terapileriyle ruhun dili konuşuluyor. Grup destekleriyle yalnızlık bölüşülüyor. Mindspring gibi programlarla mültecilerin kendi hikâyeleri, anlamlı bir bütün hâline getirilmeye çalışılıyor. Kurumların birbirine not bırakmakla yetinmediği; uzmanların sadece rapor değil, empati ürettiği bir sistem. Çünkü mültecinin yarası yalnızca geçmişinden ibaret değil. O, aynı zamanda geleceğe dair kuramadığı cümlelerde saklı. Bu yüzden terapi sadece onarmakla değil, yeniden inşa etmekle ilgilenmeli. Belki de en başta, mültecinin o çoktan yitip gitmiş gibi görünen “ben”ini, yeniden var kılabilmekle başlamalı işe. Askıda bekleyen “irade” kendini ortaya koyabilecek mi yeniden?

 

Av. Fatih Morca

Hollanda

Similar Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1