Lawyers In Exile

Avukat Mehmet Sürer: 15 Temmuz tamamıyla bir düzmecedir!

Kendinizden kısaca bahseder misiniz?

1972 yılında Hatay/Antakya da dünyaya geldim. İlk ve orta öğrenimimi Hatay da bitirdikten sonra 1994 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde lisans eğitimimi tamamladım. 1996 yılında Avukatlık stajımı bitirmem üzerine 2016 yılı temmuz ayına kadar Ankara da serbest Avukatlık mesleğini icra ettim. Bu dönem içerisinde özellikle ceza hukuku ve idari yargı alanında sayısız dava dosyalarına baktım. 2001-2002 yılları arasında Anayasa Hukuku ve İdare hukuku alanında meslek sınavlarına yönelik olarak iki kitap çalışmam oldu. Yine bazı dergi ve internet yayın organları için çeşitli makale çalışmalarım oldu.
Evliyim 2 çocuğum bulunmaktadır.

Dünya Adalet Projesi(WJP) tarafından hazırlanan ve ülkelerdeki hukuk sistemlerini değerlendiren “2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi” verilerine göre Türkiye’nin 113 ülke arasında 101. sırada yer aldığı açıklandı. Türkiye’nin, 2014 tarihli aynı endeks sıralamasında ise 59. sırada bulunduğu açıklanmıştı. Öncelikle, kısa süre içinde bu büyük değişikliği nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre Türkiye’de ‘hukukun üstünlüğü’ hangi seviyede? Yine buna bağlı olarak, sizce yargının bağımsız ve tarafsız olması ne anlama geliyor? Yargıdaki kadrolaşma iddialarını da göz önünde bulundurursak, ‘’Akp Yargısı’’, ‘’Cemaat Yargısı’’ gibi kavramlar ne anlama gelmektedir?

Kanaatimce Türkiye’nin ‘Hukukun üstünlüğü endeksin’ de bu kadar kısa sürede bu kadar fazla gerilere gitmesinin en büyük ve temel sebebi kısaca ve tek cümle ile ‘yargının siyasallaşması’ olarak değerlendiriyorum. Ülkemizde yargı hep sıkıntılı günler geçirmişti ama ağır aksak ta olsa hukuk tecelli etmekteydi. Ancak AKP iktidarı ve özellikle 17/25 Aralık tarihlerinde yapılan bazı siyasilere yönelik yolsuzluk operasyonları sonrası Türk yargısı maalesef siyasallaşmış oldu. Bu dönemden sonra siyasi iktidar yasal değişiklikler yaparak başta HSYK’nın yapısını değiştirerek yargıyı tamamen siyasi iktidarın kontrolüne almış oldu. Siyasi iktidarın istediği gibi karar veren hakimler mesleki anlamda terfi ettiler, ama aksi yönde karar verenler çalıştıkları mahkemeden uzaklaştırma ile başlayıp en sonunda da 15 Temmuz sonrası tutuklanmaya varan cezalandırma yöntemleri ile cezalandırıldılar. Dolayısıyla Türkiye’nin bu kadar süre içerisinde bu kadar geriye gitmesinin temel sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında bu kadar trajik ölçüde gerilemesinin diğer önemli sebebi ülkedeki siyasal sistemin değişmiş olmasıdır. Bu değişiklik tedrici olmadığı için sistemin fay hatları bir anda ve çok derin bir şekilde kırılmış olmalıdır. Türkiye’de yaşanan özetle budur. Ülke, görüntüde demokratik araçlar kullanılarak (seçimler, siyasi parti vs) bu aşamaya getirilmiş ve çok ustaca kurgulanmış yöntemlerle halk bunun bir gereklilik olduğuna inandırılmıştır. Tabi buna etki eden daha birçok nedenler var ama kanaatimce asıl nedenler bunlardır.

Yukarıda açıklamalarımız çerçevesinde ülkede hukukun üstünlüğü kavramı da maalesef sadece sözde kalmış durumdadır. Siyasi iradenin kontrolüne giren ve siyasi irade tarafından her söylenenin emir telakki edilerek yerine getirilmesini sağlayan bir yargıda hukukun üstünlüğü gibi bir kavramın nasıl tecelli edeceğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Cumhurbaşkanı karşısında eğilip önünü ilikleyen bir Anayasa mahkemesi Başkanı, cübbesini iliklemeye çalışan bir Danıştay başkanı, istenildiği gibi karar vermeyen hakimler hakkında derhal soruşturma açılması gerekir açıklaması karşısında (İstanbul da yargılanan polisler hakkında tahliye kararı verilmesinin hemen akabinde) ‘evet soruşturma açmada ve gerekli işlemleri yapmada geciktik’ şeklinde açıklama yapan HSYK başkanvekilinin bulunduğu bir yargıda hukukun üstünlüğü ülkede ki durumu gözler önüne sermektedir. Dünya tarihinde eşine az rastlanır bir yöntemle ülkede yaşatılan bir darbe senaryosu ile geniş kitleler OHAL rejimine razı edilmişlerdir. Bu olay hukukun üstünlüğü kavramının literal anlamının bile artık yürürlükten kaldırılmasına gerekçe olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla seviyeden bahsetmek bile bu aşamada mümkün değildir. İnsanların sadece ve sadece bir kişinin ifadesiyle 8-10 yıl gibi uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldığı bir ülkede hukukun üstünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Bütün diktatörlüklerde olduğu gibi ülke bir korku rejimiyle yönetilmektedir. Dolayısıyla hukukun üstünlüğü kavramı da sadece kavram olarak literatürde kalmış bulunmaktadır.

Yargının bağımsız olması; hiçbir makam ve merciden emir, talimat ya da tavsiye almaması, tarafsız olması ise; kim olursa olsun yargının, insanların sübjektif durumlarına veya siyasi tavırlarına göre farklı davranmamasını ifade eder kanaatindeyim. Bu tanım aşağı yukarı bütün dünyada böyle anlaşılmaktadır. Zira adalet, çok hassas bir şekilde dağıtılması gereken bir nimettir. Birilerine hak ettiğinden az ya da fazla dağıtılması, nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun insanlığı ve insani değerleri yıkar. Uzun vadede bu nimeti dağıtmasını beceremeyen toplulukların kurduğu sistemler de eninde sonunda çöker. Dünya tarihinde bunun pek çok örneği vardır. Yargılamayı yapan organ karşısında kişi hakkının gerçek anlamda yerine getirileceğini bilir ve herhangi bir kişi, kurum, siyasi veya dünyevi düşüncenin yargılamaya etki etmeyeceğini bilir. Yargı organları da üzerlerine geçirdikleri bu kutsal vazife de sadece hukuku tecelli ettirmeye çalıştığının bilincinde olur. O zaman yargının tarafsız ve bağımsız olmasından söz edebiliriz. Bu söylediklerimizden biri veya birkaçı var ise ortada bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz edilemeyeceği muhakkaktır. Ülkemizde maalesef yukarıda da örneklediğimiz gibi bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz edilemeyeceği açıktır ve ortadadır. Bunun sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bunun en bariz ve en bilinen örneği sanırım Alman vatandaşlığı da olan gazeteci Deniz YÜCEL in tahliyesidir. Neredeyse iki yıla yakın bir süredir hakkında iddianamesi dahi yazılmayan ve tutuklu olan gazeteci, Türk siyasi iktidarının Alman siyasi iktidarı ile yapmış olduğu bazı siyasi/ekonomik anlaşmalar sonrasında Türk Başbakanının ‘sanırım Deniz YÜCEL le ilgili birkaç gün içinde gelişme olabilir’ demesinden bir gün sonra tahliye edilmesi gösterilebilir. İki gün içerisinde her ne hikmetse iki yıla yakın bir sürede yazılmayan iddianame yazılıp, mahkeme tarafından bunun kabul edilmesi ve iki yıla yakın bir sürede tutukluluk şartlarında değişiklik olmamasına rağmen iki günde her şeyin değişmesi somut bir örnektir. Yargının bu kadar bariz bir şekilde siyasetin emrine girmesi karşısında bağımsız ve tarafsız bir yargıdan söz etmenin imkânı bulunmamaktadır. Bunları anlatırken Deniz YÜCEL in tahliye edilmesini eleştirmek istemiyorum. Yargının tarafsızlığını vurgulama açısından en canlı ve dünya kamuoyu tarafından bilindiği için belirtmek istedim.

Hatta işçi partisi genel başkanı olan Doğu PERİNÇEK Türkiye de son zamanlarda ‘yargı siyasetin köpeği olmuştur’ şeklinde bir açıklama yaparak aslında her şeyi kısa bir cümle ile ifade etmiştir.

‘AKP yargısı’, ‘cemaat yargısı’ kavramları konusunda ise; sorunun bu bölümünde geçen kliklerin yarısından bahsedilmesi bile gelinen vahim durumu özetlemeye yetecek niteliktedir. Nerede olursa olsun, yargı sistemi kendilerini bir parti ya da gruba ait hisseden hukukçulara teslim edilmemelidir. Bunun hukukun işleyişine zarar vermesi kaçınılmazdır. Ancak birileri ya da bazı oluşumların yargı sistemini veyahut devlet aygıtını ele geçirmeye çalışmasının en önemli sebebi; Türkiye gibi bir ülkede devlet mekanizmalarının birileri tarafından sadece kamu yararı için değil, kendi grup menfaatleri doğrultusunda kullanılmış olmasıdır. Devlet, bugüne kadar çoğu kez kişilere ya da gruplara özgü çıkarlar için kullanılmış, adalet kaygısı hep geri planda kalmıştır. Kısaca adalet dağıtamayan bir sistem vardır. Bu da yönetimden umduğunu bulamayanlar için ele geçirilmesi gereken ve bu şekilde hakkın elde edileceği düşüncesinin yerleşmesine neden olan çarpık siyasi anlayışın kaynağı olmuştur. Bu genel değerlendirmeden sonra; “Cemaat yargısı” kavramının, siyasi iradenin istediğini yapmayan, ona muhalif kalan ve kısaca biat etmeyen herkesi ifade ettiğini düşünüyorum. “AKP yargısı” kavramının da HSYK’nın yapısının değiştirilmesinden sonra Hakimlik mesleğine alınacak kişilerin (maalesef bunlara hukukçu diyemiyorum) AK parti il teşkilatlarında görev yapanlardan olması, referans olarak AKP milletvekili ve bakanlarının gösterilerek mesleğe alınması ile ortaya çıktığını düşünüyorum. Aslında AKP yargısı kavramı partili yargı kavramını da beraberinde getirmiştir. Bütün bu hususları bir bütün olarak ele aldığımızda Türkiye de yargı ayağında olan değişiklikler açıkça ortaya çıkmakta ve ülkenin nereden nereye geldiğini gözler önüne sermektedir.

Adalet Bakanlığı’nın yayınladığı verilere göre, 15 Temmuz sonrası, 2300’ ü aşkın hâkim ve savcı, 700 civarında da avukat tutuklandı. Ayrıca 2000’in üzerinde hâkim, savcı ve 1000’in üzerinde avukat hakkında da soruşturma yürütüldüğü bilinmektedir. Bunlar, resmi rakamlar. Türkiye yargısının geçmişi de göz önünde bulundurulduğunda hal-i hazırda gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve yine buna bağlı olarak, darbeyi gerçekleştirdiği iddia edilen askerlerden önce hukukçulara operasyon yapılmasını nasıl açıklıyorsunuz? 15 Temmuz darbe girişimin hemen akabinde, on binlerce kamu personeli, öğretmen, doktor, hemşire, işçi, hâkim, savcı vs. –darbede yer aldıkları, darbeci oldukları- gerekçesiyle bir anda görevden alındılar, ihraç olundular, mallarına el kondu ve birçoğu da hapse atıldı. Hem ihraç hem de gözaltı işlemlerini dikkate aldığınızda bu insanlarla darbe arasında nasıl bir bağlantı kuruldu? Gerçekten bu insanlar darbeci miydi, darbenin neresinde yer almışlardı? Son olarak da sizin 15 Temmuz darbe girişimi hakkındaki görüşünüzü merak ediyorum?

Sizin de belirttiğiniz gibi bu rakamlar aslında yargı üzerinde ki baskıyı, yargının nasıl kontrol altına alındığını ortaya koymaya yeter rakamlardır. Bu haliyle 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ortamında toplum üzerinde yargı eliyle oluşturulan baskının zemini hazırlanmıştır. Zira bizzat yargı mensuplarına istenilenin yapılmaması halinde akıbetlerinin ne olacağı gösterilmiş, diğer yandan yargının olmazsa olmaz unsuru olan savunma ayağı kontrol altına alınmış ve gerekli baskı ortamı oluşturulmuştur. Bundan sonra da gözaltında yapılan baskı ve işkenceler gizlenmiş, yargılamada asgari insan hakları hususları açıkça ihlal edilmiş oldu. Ama kanaatimce en önemli olarak hem yargı hem de savunma organlarına gerekli mesajlar iletilerek baskı zemini oluşturulmuştur.

Benim en başından beri siyasi irade tarafından kontrollü ve başarısızlığa mahkûm edilmiş bir darbe girişimi teorim hep sizin sorduğunuz bu sorudaki hususa dayanmıştır. Zira sorunuzda da belirttiğiniz gibi daha 15 Temmuz’u 16 Temmuz sabahına bağlayan gece ve ülkenin birçok yerinde askeri hareketlilik devam ederken yaklaşık 2400 hakim ve savcı hakkında darbeye teşebbüs suçlamasıyla açığa alma ve göz altı kararı verilmesinin izahı mümkün değildir. Daha henüz darbe teşebbüsüne fiilen katılanların bile kim oldukları ve neler yaptıkları tespit edilmemişken, on binlerce sivilin yarım gün sonra ve bir anda tutuklanmasını hayatın ve insan akıl ve vicdanının normal gereklilikleriyle açıklayabilmek mümkün değildir. Ağır ve üstelik sağlıksız işleyen bir yargı sisteminin bir anda üzerindeki bütün tortuları atarak ve büyük bir değişimi gerçekleştirerek, bu kadar insanı sadece yarım gün içinde elde ettiği delillerle (!) tutuklamış olmasını hiçbir şeyle açıklayabilmek mümkün değildir. Bunu çağdaş dünyada kimseye inandıramazsınız. Tek istisnası ise, cehaleti şehvetle bağrına basan insanların yaşadığı bizim ülkemizdir.

Hem bir hukukçu ve hem de mantıksal olarak şu soruları sormak lazım:

  • Bu insanlar nerede ve hangi darbe eylemine katıldı?
  • Henüz askeri hareketlilik devam ederken bu insanların darbeye katıldığı nasıl tespit edildi?
  • Bu kadar kısa sürede tespit yapılması delillerin toplanması ve yasal işlemler nasıl yapıldı?
  • Bu kadar ismin sadece okunması bile saatler alabilmekte iken 3-4 saat içerisinde yukarıda sorduğumuz tespitler nasıl yapıldı ve işleme kondu?
  • Neden darbe eylemine fiilen katılan asker ve polislere dahi işlem yapılmadan hâkim ve savcılara işlem yapıldı?
  • Darbe teşebbüsüne silahlı unsurlar (asker-polis) devam ederken silahsız olan bu insanlar mı yaptı?

Bu ve bunun gibi daha nice sorular aslında 15 Temmuz gecesinin nasıl bir düzmece eylem olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu insanlarla darbe arasında nasıl bir ilişki kurulduğunu normal koşullarda anlamak mümkün değildir. Çok önceden ve tamamen özel harp teknikleriyle kurgulanmış bir darbe teşebbüsüne bu kadar sivilin doğrudan ya da dolaylı olarak katılmış olması insanlığın ortak aklıyla dalga geçmektir. Dünya tarihinde de bu kadar insanın iddia edildiği gibi organizeli (!) bir şekilde katıldığı ve sonunda bir anda kıskıvrak yakalandığı başka bir darbe teşebbüsü örneği gösterilemez. Aslında mevcut durum bile tek başına o insanların darbe teşebbüsünün içinde yer almadığının açık kanıtıdır.

Kanaatimce bu insanlar hiçbir şekilde darbe eylemine katılmadılar. Bunlar çok ama çok daha önceden hazırlanan listedeki kişilerdi. Buna göre 15 Temmuz kurgusu yerine getirilir getirilmez daha önceden hazırlanan bu isim listeleri üzerinden gözaltı, yakalama, ihraç vs diğer tüm işlemler yapıldı. Hatta hazırlanan listede isimleri geçenlerin hayatta olup olmadığında dahi bakılmamıştır. Şöyle ki; 2009 yılında güneydoğuda PKK ile çatışmada şehit olan polis hakkında dahi gözaltı kararı verilmişti darbeye teşebbüsten. Bu da açıkça gösteriyor ki söz konusu listeler çok ama çok daha önceden hazırlanmış ve planın son sahnesi perdelenince gereği yapılmak üzere işleme alınmıştır.

Darbe teşebbüsü, siyasal iktidarın birilerini yok etmek ve sonraki aşamada kuracağı tek adam rejiminin en önemli kilometre taşı olarak planlanmıştır. Üzerinden iki yıl geçmesine ve aslında bu olayı gerçekleştirdiği iddia edilenlerin artık tamamen her türlü tasfiyesi yapıldığı halde, OHAL rejiminin ısrarla devam ettirilerek yönetim faaliyetlerinin anayasal denetimlerden kaçırılması, meşum olayı en hafifinden bile tartışmalı hale getirmektedir. Mevcut yönetim devam ettiği sürece de 15 Temmuz kapalı kalmaya devam edecektir. Çoğunluğu sosyal medyada olmak üzere bugüne kadar konuyla ilgili yazılan ve söylenenlere bakıldığında, olayla ilgili cevapsız kalan yüzlerce sorunun ortalıkta gezindiği net bir şekilde görülecektir.

Ben yukarıda da ifade ettiğim gibi 15 Temmuz’u tamamen düzmece bir teşebbüs olarak görüyorum. Başarısızlığa hazırlanmış bu anlamda da oldukça başarılı olmuştur. Türkiye de daha önceleri başarılı olan 3 darbe ve en az iki de darbe teşebbüsü yaşanmıştır. Gerek darbe yapma mantığı ve gerekse daha önceki darbelere bakılırsa darbe eylemi vatandaşa karşı değil ve fakat siyasi iradeye karşı yapılır. 15 Temmuz da cuma günü akşam saatlerinde İstanbul da en can alıcı saatte Boğaziçi köprüsü tek taraflı olarak kapatılarak eylemler başlamıştır. Oysa başarılı olması istenen darbe sabaha karşı vatandaş zarar görmeden siyasilere karşı yapılmakta iken bu kez vatandaşa karşı yapılmıştır. Vatandaşa karşı yapılan bir eylemin ise başarısızlığa mahkûm olmasını anlamamak mümkün değildir. Köprüde şehit olan sivillere askerlerin olduğu taraftan değil arkalarından ateş edilmiştir. Bu hususlar yargılamalar devam ederken (yargının bu kadar siyasallaşmasına rağmen gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyememektedir) ortaya çıkmaktadır. Zaten bundan dolayıdır ki 249 sivil vatandaşın hiçbirine otopsi yapılmamıştır. Ölüm sebepleri ve hangi tür silahlı mermi ile şehit edildikleri araştırılmamıştır. Hiçbir siyasiye karşı eylem yapılmamıştır. Ankara da büyükşehir belediyesine ait ağır yük araçları inanılmaz koordineli olarak ve çok kısa bir sürede askeri kışlaların giriş kapılarını kapatmıştır. MİT müsteşarlığı ile Genelkurmay arasında gün içerisinde darbeyle ilgili uzun uzun görüşmeler yapılmış ancak darbeyi engellemeye yönelik hiçbir adım atılmamıştır. Cumhurbaşkanı için birden fazla uçak çok önceden hazır bekletilmiş, kendisine operasyon yapacak olan ekip kendisi ayrıldıktan saatler sonra oraya intikal ettirilmiştir. Bizzat cumhurbaşkanı darbenin saati ve öğreniliş şekli ile ilgili olarak tenakuz dolu açıklamalarda bulunmuştur. Akabinde bizzat kendisi “15 Temmuz bize Allah’ın bir lütfu oldu, normal zamanlarda yapamayacağımız birçok şeyi yapabilme imkanına sahip olduk” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. Bütün bu hususlar 15 Temmuz’un düzmece, başarısızlık üzerine başarılı olması için hazırlanan ve uygulanan bir darbe teşebbüsü olduğunu göstermektedir.

Tarihin ‘en başarılı başarısızlık üzerine kurgulu darbe teşebbüsü’ olarak kısaca özetlemek mümkündür kanaatindeyim.
ByLock konusu çok tartışılıyor. Bunu biraz açar mısınız? ByLock’un özellikle vurgulanmasının sebebi ne? ByLock kullanılması bir hata mıydı?

Bu konuda bugüne kadar çok çeşitli araştırmalar yapılmış ve konunun uzmanları tarafından bilimsel raporlar hazırlanarak adli mercilere sunulmuş bulunmaktadır.

Bu konu üzerinde çok durulması, adli mercilere insanları tutuklamak için başka bir delil bulamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa istihbarat birimleri tarafından toplanan verilerin adli delil olamayacağı bizzat bu kurumların kendi kuruluş kanunlarında yer almaktadır. Bunun yanında ülkenin resmi istihbarat kurumu bylock listelerinde hata olduğunu, çok sağlıklı ve güvenli verilere ulaşılmasının eldeki teknik imkanlarla her zaman mümkün olmadığını bildirmiştir. Bu nedenle söz konusu bylock listeleri defalarca güncellenmiştir. Dolayısıyla bunun bir suç delili olması söz konusu dahi olamaz.

Bunların yanında öncelikle şunu belirtmek istiyorum bylock konusunda siyasi irade amacına gerçekten ulaşmış durumdadır. Şöyle ki; bu noktada inanılmaz bir kamuoyu desteği sağlanmıştır. Yalan ve yanlış haberlerle maalesef kamuoyu istendiği gibi yönlendirilmiştir. Mobil uygulama merkezlerinden (Apple store ve Android market gibi) indirilebilen bir uygulama sanki gizli olarak ve haricen telefona yüklenmiş gibi gösterilmiş ve bunda da inanılmaz büyük başarı elde edilmiştir. Bunun yanında bylock server’nın ele geçirilmesi, mesaj içerikleri, kullanıcılar, kırmızı mavi listeler gibi anlatımlar tamamen gerçek dışı olarak ama toplum nezdinde yeterli destek bularak ortaya konmuştur.

Aslında Bylock diğer birçok haberleşme ve mesajlaşma görüşme programları gibi bir programdır. Burada yukarıda belirttiğimiz gizemli hava estirilerek cemaat içerisinde gizli bir yapılanma olduğu, bu şekilde gizli mesajlaşmaların olduğu havası oluşturulmuş ve bir gizem katılmıştır. Gizem olunca da doğal olarak orada şüpheler ve soru işaretleri olmuştur.

Bylock kullanılmasının bizatihi hata olduğunu şimdi buradan bakınca bir çırpıda söylemek mümkün değildir. Ama burada şöyle bir paradoks da vardır; bylock kullanılması hizmet mensuplarının meşruiyet alanını daralmıştır. Böyle bir uygulama niyeti ne olursa olsun, o insanların mutlaka ve sürekli gizlemeleri gereken eylemler içinde olduklarını, gizleyerek yapmak zorunda kaldıkları birtakım faaliyetlerinin bulunduğu algısını uyandırmaktadır. Malum, algı yanlış da olsa bir defa insanların zihin dünyasına girdikten sonra kuvvetli önyargı haline gelmekte ve operasyonlar halk nezdinde moral destek bulmaktadır. Bu sistem kullanılmadan da daha rafine bir yöntem mesela WhatsApp ve benzeri programlar kullanılarak haberleşme sağlanabilirdi.

Cemaat, Ergenekon ve Balyoz davaları sebebiyle de çok eleştirildi. Bu davalarda bir hukuksuzluk yapıldı mı sizce? Sorun neydi o davalarda? Ne olmalıydı?

Bu davalarda temel sorun davaların niteliği/niceliği itibariyle mecburen siyasi bir davalar olmasıydı. Yani TC’nin kuruluşundan itibaren hatta daha öncesinden var olan ve yönetimi bir şekilde güç kullanarak sürekli yönlendiren ve gerektiğinde bu amaçla darbe yapıp kan dökmekten bile çekinmeyen bir yapıyla ilk defa hem de hukuk zemininde mücadele edilmiştir. Derin devlet adı verilen ve kavram olarak insanların bilinçaltına işlemiş bulunan bir güç yine ilk defa deşifre edilmiştir. Dolayısıyla bu davaların normal bir seyir içinde işlemesi beklenmemeliydi.

Burada hukuksuzluk kastedilen nedir? Eğer soruşturmaların günümüzde olduğu gibi hukuka aykırı olarak yürütülmesi kastediliyorsa kesinlikle Ergenekon-Balyoz davalarında bir hukuksuzluk olmadığı kanaatindeyim. Ama soruşturma evresinde usuli hataları olduğu cihetiyle soruluyorsa kısmen olduğu kanaatindeyim. Şöyle ki;
Bu davalarda bazı kişiler ya da kısmi konular bazında usuli hatalar yapılmış olabilir. Önce Anayasa Mahkemesi tarafından bireysel başvuru sonucu verilen usuli hatadan kaynaklı hak ihlali kararları ve ardın Yargıtay’ın mahkûmiyet kararlarını bozma gerekçeleri de hep bu yönde olmuştur. İlginçtir, Yargıtay birçok ceza davasında anayasa ile teminat altına alınmış adil yargılanma hakkının usule ilişkin ilkelerini bu davalarda titizlikle uygulamış; kanuna ve usul hükümlerine uyulmamış olmasını gerekçe göstererek kararları bozmuştur. Ancak davaların tamamını bir bütün halinde içerik olarak değerlendirmemiştir. Dolayısıyla sanıkların kendilerine isnad edilen suçlamaların, yani darbe teşebbüsü hazırlıklarının olmadığı ve bu fiillerin gerçekleşmediğine dair tespitleri bu kararda görmek mümkün değildir. Ama bunun haricinde gerek kovuşturmalarda ve gerekse soruşturmalarda hukukun dışına çıkılmadığı kanaatindeyim. Yargılamalar son derece şeffaf ve kamuoyu gözü önünde yapılmıştır. Bütün bu kadar sulandırma faaliyetlerine rağmen darbe planı olmadığını kimse söyleyememektedir.

Sonuç olarak bu davalar niteliğinden kaynaklansa da gereğinden çok fazla siyasi söyleme malzeme yapılmamalı, medyada özellikle sanki birilerine ait ve sadece onları ilgilendiren davalar olduğu algısını oluşturacak şekilde sürekli gündemde tutulmamalıydı. Bu durum, daha sonraki aşamada davalarla ilgili olarak negatif propagandanın malzemesi haline getirilmiştir.

Cemaat ile ilgili olarak Paralel Devlet Yapılanması ve ‘terör örgütü’ iddiası var. Öncelikle Türkiye’deki yasalara göre terör örgütü olmanın koşulları nelerdir? Görülmekte olan davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olarak gösterilen eylemler nelerdir? Tek merkezden emirler alındığı ve bürokratların ‘paralel devlet’ gibi davrandığı iddialarının delilleri nelerdir? ‘Devlete sızmak’ meselesinin hukukî karşılığı var mıdır? Bu iddialarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Türk ceza yargılamasında terör örgütü tanımını yapan ve cezalandırmaya matuf ‘Terörle mücadele kanunu’ ve Türk ceza kanunu bulunmaktadır. Buna göre;
3713 sayılı yasaya göre: ‘Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.’ Tanımlamasına yer vermiştir.

TCK 220 maddesinde ise: Suç işlemek amacıyla örgüt kurma
Madde 220- (1) Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, örgütün varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması gerekir.

(2) Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olanlar, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Örgütün silahlı olması halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza dörtte birinden yarısına kadar artırılır.
(4) Örgütün faaliyeti çerçevesinde suç işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı da cezaya hükmolunur.
(5) Örgüt yöneticileri, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen bütün suçlardan dolayı ayrıca fail olarak cezalandırılır.
(6) (Değişik: 2/7/2012 – 6352/85 md.) Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir.(Ek cümle: 11/4/2013-6459/11 md.) Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır.
(7) (Değişik: 2/7/2012 – 6352/85 md.) Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır. Örgüt üyeliğinden dolayı verilecek ceza, yapılan yardımın niteliğine göre üçte birine kadar indirilebilir.
(8) Örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır. (1) denilmiştir.
Yine TCK 314 te de: Silahlı örgüt
Madde 314- (1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan on beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.
(3) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümler, bu suç açısından aynen uygulanır. Hükümleri bulunmaktadır.

Bütün bu yasal düzenlemeler karşısında anayasal düzeni ortadan kaldırmak veya suç işlemek amacıyla en az 3 kişinin bir araya gelmesi, bu bir araya gelmenin suç işlemeye uygun ve elverişli olması, araç ve vasıtaların suç işleme için uygun olması, aralarında emir komuta ilişkisinin olması, görev paylaşımı olması, bilinçli ve koordineli bir araya gelme olması, silahlı terör örgütü için silahlı bir yapı olması, bu yönde eylemler yapılması gibi hususların bir arada olması gerekmektedir.

Türkiye’deki hukuka göre terör örgütü olmanın koşulları açık ve nettir ve Yargıtay’ın birçok kararında bu konu detaylı bir şekilde işlenmiştir. Cebir veya şiddet terör eyleminde asli unsurdur. Eylemler yürürlükteki kamu düzenini bozmayı ya da geçici de olsa yürürlükten kaldırmayı hedefler. Failler birlikte ve ortak bir amaç doğrultusunda hareket eder, hiyerarşik bir yapı vardır ve bu yapıya üye olanlar nihai amaç ve hedefi bilerek hareket eden kişilerdir. Örgütle ilgili yürürlükteki hukuka ve yerleşik içtihatları göre ana unsurlar basitçe bu yukarıda saydığımız hususlardır.

Cemaat siyasi iktidar tarafından; 15 Temmuz gecesine kadar adı silahlı terör örgütü ama ortada silahı ve eylemi olmayan bir örgüt iken bu geceden sonra silahlı eylemi de olan bir terör örgütü olarak ilan edilmiştir. Tabi bunun ne kadarlık bir kısmının doğru olduğu, hangi eylemlerin hangi örgüt yöneticisi, üyesi tarafından yerine getirildiği hususları ortaya konmadan genel bir kabul ile silahlı terör örgütü tanımlaması yapılarak bir torba oluşturulmuştur. Muhalif olan veya biat etmeyen herkes bu torbanın içerisine konmuştur. Bu konuda dönemin Başbakanı tarafından “gerekirse bir savcı, bir hâkim ve birkaç polis tarafından terör örgütü olarak onları ilan ettiririm” açıklaması da bu hususları doğrulayan bir açıklama olarak karşımıza çıkmaktadır.

Davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olaylar tamamen sübjektif olarak ortaya konmakta ve hatta konamamaktadır. Siyasi irade tarafından ‘bu eylemi bu yapmıştır’ tanımlamasından başka bir bulgu olmadan önce suçlu ilan edilip akabinde bununla ilgili çalışmalar yapılan genel bir suçlamalar silsilesi bulunmaktadır.

Sonuç olarak Camianın terör örgütü olarak nitelendirilmesi bu kıstaslar ışığında mümkün değildir. Cebir ve şiddet kullanmadığı gibi yürürlükteki kamu düzenini bozacak herhangi bir somut eylem içerisinde de olunmamıştır. İktidarın başından beri gerekçe olarak gösterdiği 17/25 Aralık operasyonları hukuk kuralları içerisinde kalınarak yapılmış, operasyon yapılan kişilerin evinde bulunan çok yüklü miktarda para, önce inkâr edildiği halde daha sonra yapılan adli işlemler ortadan kaldırılınca sahipleri tarafından tereddütsüz geri alınmıştır. Diğer bir anlatımla, parayı polislerin yerleştirdiği; aslında evinde para çıkan kişilere ait olmadığı yolundaki iddia böylece temelsiz kalmıştır. Kısaca terör faaliyeti ile kastedilen ve dünya genelinde kabul gören tanım ve yaklaşımlar çerçevesinde bu eylemin terör faaliyeti olarak nitelendirilmesi mantık dışıdır.

Devlete sızmak gibi bir kavramın olmasını ben kabul etmiyorum. Devlet uzun yıllardır kamu personeli alımında yazılı ve sözlü sınav sistemini uygulamaktadır ve sınavlar şartları taşıyan herkese açıktır. Kamu personeli olma hakkını elde eden bütün vatandaşlar kamu görevlisi olmakta ve her aşamada hiyerarşik (idari) ve yargısal denetime tabi bulunmaktadır. Ayrıca kamu hizmetleri bütün vatandaşlara genel ve eşit olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla öyle olsa bile yani devlete sızan bu bürokratik kadrolarla devlet aygıtını başka mecralara sürüklemek ve devleti ele geçirmek gibi bir sonucu gerçekleştirmek mümkün değildir. Çünkü bürokrasi devlet mekanizmasının sadece bir unsurudur. Karar alma değil alınan kararları uygulama konumundadır. Devlet; yasama faaliyeti, siyasi partiler, siyasi karar alma gibi çoklu unsurlardan oluşan daha büyük ve üst düzey bir oluşumdur. Son tahlilde hangi ülkede olursa olsun, sadece bürokrasiyi ele geçirmek suretiyle devletin de ele geçirileceği kanısı varsayımdan ibarettir. Bunu, kendisi bu iddia ile suçlanan hizmet hareketi açısından da değerlendirebiliriz. Siyasi partisi olmayan ve bir siyasi parti kurmaktan kaçınan, siyasi partilerle doğrudan ya da dolaylı birlikte hareket etmeyen bir oluşumun yalnızca devlet kadrolarında daha fazla sempatizanı ve destekçisi olduğu iddia edilerek topyekûn bir imha hareketine gidilmiştir. Sonuç ortadadır; devlete sızdığı ve hatta devleti ele geçirdiği ileri sürülen bir topluluk ne olduğunu bile anlamadan derdest edilmiş, binlercesi tutuklanmış ve yüz binden fazla kişi işinden atılmıştır. Aslında tek başına bu bile olayın bir algı operasyonu olduğunu göstermeye yetecek niteliktedir. Devleti bu camia ele geçirdiyse, bu operasyonlar kim tarafından ve geriye kalan hangi kadrolarla yapılmaktadır? Eğer bu kadar radikal temizlik yapılabiliyor ve bu camia buna karşı durabilecek ya da bu süreci bitirebilecek herhangi bir hareket, ivme veya duruş sergileyemiyorsa bu durum, iddianın tamamen içinin boş olduğunu göstermektedir. Özetle, devleti ele geçiren bir topluluk (!) bu kadar kolay ve hızlı ekarte edilemez. Bu işin en basit mantığına bile aykırıdır. Bu genel tespit ve açıklamalardan sonra herhangi bir siyasi veya dini düşünceye sahip olanların devlete sızması gibi saçma bir düşünce olamayacağı kanaatindeyim. Yine bu mantıkta kime ve neye göre devlete sızma bulunmaktadır? Somut olarak şu an AKP iktidarı var. Alınan kamu personeli AKP taraftarı, o halde devleti AKP ele mi geçirdi? Veya AKP devlete mi sızdı? Ya da herhangi bir düşünceye sahip olan vatandaş kamu görevlisi olduğunda devlete sızmış mı olacak? Yani bu kadar muğlak, müphem belirsiz bir tanımlama olamaz kanaatindeyim. Her dönemde gücü kim eline geçirmiş ise onun dışında olanlar devlete sızmış olacak. Bunun tanımlaması nasıl yapılacaktır. Dediğim gibi bu konunun en anlamsız ve tutarsız tarafı burasıdır.

Devlet denilen yapı yukarıda yaptığımız genel ve geçer tanımın dışında herhangi bir kişi veya aileye aitse o halde o aileden olmayanların görev alması durumunda sızmadan belki söz edebiliriz. Bu durumun da ancak kabile devletlerinde olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekir sanrım.
Bu itibarla ben böyle bir tanımı kesinlikle kabul etmiyorum.

15 Temmuz sürecinden hemen sonra yapılan yakalama ve gözaltı uygulamalarında ciddi işkence ve kötü muamele iddiaları gündeme geldi. Basına ve sosyal medyaya yansıyan haberler ve görüntülerden de az çok olayın vahametini görülebiliyor. Gözaltında ve daha sonra cezaevlerinde hayatlarını kaybedenler de oldu. Bu vefatların bir kısmı da kayıtlara intihar olarak geçti. Ve yine, gün ortasında adam kaçırmalar da yıllar sonra tekrar gündeme geldi. Hakeza, yurtdışında MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilen insanlar oldu. Tüm bu yaşananların hukuksuz olduğu değişik kesimlerden hukukçular ve insan hakları aktivistleri tarafından söylenmesine, ayrıca AB ve BM gibi kurumların bu yaşananların hukuksuz olduğuna dair hazırladıkları raporlara rağmen nasıl oluyor da bu tür hukuksuzluklar yapılabiliyor/ yaptırılabiliyor?

Bu soruya kısaca “cinnet hali” olarak cevap vermek mümkündür. Hukuk kuralları yanlış yapanları ve insanlara zulmedenleri cezalandırabildiği ölçüde bir anlam taşır. Yazılı metinler, kendiliğinden harekete geçme ve yaptırım uygulama imkanına sahip değillerdir. Bu ne yazık ki ontolojik olarak böyledir. Hukuk, ona uyan ve gereğini yapan otorite/iktidar olursa geçerli olan normatif kurallar bütünüdür. Ülkemizde ne yazık ki bu imkân ortadan kaldırılmıştır. Siyasi otorite ve onu çevreleyen güç odaklarını şu anda durdurabilecek bir engel olmadığı için insan aklına gelebilecek her türlü gayri ahlaki ve hukuki eylem gerçekleştirilebilmektedir. Bunun bu insanlar tarafından nasıl işlenebildiği ve bu suçların nasıl içselleştirilebildiği aslında bu aşamadan sonra hukukun değil, sosyal psikolojinin ya da psikiyatrinin alanına girmektedir.

Yargılamanın temel unsurları olan yargı ve savunma ayağına 15 Temmuz gecesi ağır bir darbe indirildiği için sorunuzda bahsettiğiniz hukuksuzlukları gündeme getirecek, anlatacak, merci daha en başından yok edilmiştir. Dolayısıyla da bu baskı ve korku ortamında bahsedilen hukuksuzluklara davetiye çıkartılmıştır. Tabi bu yapılırken her bir hukuksuzluktan alınan cesaretle söz konusu hukuksuzluk derece derece artarak yurt dışından adam kaçırma eylemine kadar dönüşmüştür.
Anayasa Mahkemesi, OHAL dönemi sürdüğü müddetçe KHK’larla ilgili bir işlem yapmayacağını ilân etti. Peki, OHAL dönemi biterse, bu süreçte çıkarılan KHK’lar, hem içerdiği yasalar hem de işten atmalar olarak AYM’ye götürülebilecek mi? Şu anki uygulamaların ‘geri döndürülme’ imkânı var mı? Mağduriyetler giderilebilecek mi? Gasıplar iade edilebilecek mi?

Kanımca bu dönemde çıkarılan KHK’lar ve ona dayanılarak gerçekleştirilen uygulamalar anayasaya aykırı olarak yürürlüğe konulmuşlardır. Olağanüstü dönemlerde bile devlet, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayabilir ancak onların tamamen ortadan kaldırılması ya da kullanılamaması sonucunu doğuracak bir şekilde düzenleme yapamaz. Örnek olarak; böyle bir dönemde bile kişilerin özel mülklerine el konulamaz, satılamaz. Tutukluluk süreleri cezalandırma sonucunu doğuracak şekilde uzatılamaz. Masumiyet karinesi yok sayılamaz. Yürürlükteki hukuk sisteminin geçmişte suç saymadığı ve hiçbir şekilde adli veya idari soruşturmaya bile konu edilmemiş eylem ve işlemler daha sonra suç olarak insanların karşısına çıkarılmaz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Dolayısıyla OHAL dönemi biterse, bu süreçte çıkarılan KHK’lar, hem içerdiği yasalar hem de işten atmalar olarak AYM’ye götürülebilecek kanaatindeyim. Ve hatta belki iptal kararları dahi verilecektir. Ancak burada şöyle bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Türk yargı sisteminde Anayasa mahkemesi tarafından verilen iptal kararları geçmişe yürümemektedir. Sadece geleceğe yönelik hüküm ifade etmektedir. Anayasa mahkemesinin bu kararına istinaden geçmişe yönelik hukuksuzlukları ortadan kaldırmak siyasi iradeye kalmaktadır. Zaten bu durumu ortaya çıkaran bir idarenin hukuksuzluğu ortadan kaldıracağına ihtimal vermiyorum. Zaten şu anki siyasi iktidar ben yaptım oldu mantığı ile hareket etmektedir. Örneğin HSYK’nın yapısını değiştiren yasa Anayasa mahkemesi tarafından iptal edildi ancak iptal edilene kadar geçen süre içerisinde siyasi iktidar yasaya göre olan kendi istediğini yerine getirdi ve Anayasa mahkemesinin kararını bir noktada sonuçsuz bıraktı. Bu anlamda siyasi iktidarı baskı altında tutacak bir mekanizmada bulunmadığından uygulamaların sonuçlarının kendiliğinden ortadan kalkması mümkün görünmemektedir kanaatindeyim.

Şu anki uygulamaların ‘geri döndürülme’ imkânı da ancak bir yasa çıkartılması ile mümkün olur kanaatindeyim. Mağduriyetler ve Gaspların iade edilebilmesi de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Ancak Anayasa mahkemesinin vereceği bir iptal kararı her ne kadar sonuçları itibariyle geriye yürümese de açılacak tazminat davalarına kuvvetli dayanak olacağından ancak tazminat olarak mağduriyetlerin giderilmesine belki katkı sağlar.
Şu an Türkiye’de yargılamanın savunma ayağının çökertildiğine dair ciddi iddialar söz konusu. Yukarıda da belirttiğim gibi, çok sayıda avukat hapiste ya da firari. Savunmasız veya avukat tutacak parası olmayan mağdurlara bu süreçte neler yapmalarını tavsiye edersiniz? Türkiye’de ya da dünyada haklarını arama adına başvurulabilecek ne gibi merciler bulunuyor? Bu noktada yardımcı olabilecek insan hakları kuruluşları ya da hukuk dernekleri var mıdır?
Öncelikle internet ortamında bazı hukukçuların kurduğu web siteden doğrudan soru cevap şeklinde hukuki destek alabilirler. Söz konusu site/sitelerde Türkiye de yaşanan süreçle ilgili olarak ortaya çıkan hemen hemen tüm hukuksuzluklara karşı nasıl bir tutum ve davranış sergileneceğine dair ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Bunun yanında doğrudan konusunda uzman hukukçulara sorular sorulabilmekte ve cevaplar alınabilmektedir. Buralardan hukuki destek alabileceklerini düşünüyorum.
Türkiye de en başta Barolar ve diğer bazı insan hakları savunucusu derneklerden yardım talep edilebilir. Fakat burada karşımıza söyle bir sorun çıkmakta; siyasi iktidar tarafından bu gibi sivil toplum kuruluşlarına baskı ve tehdit ortamı oluşturulmakta ve yardımların sağlanması engellenmektedir. Bunun en bariz örneği ise Barolar Birliğinin 15 Temmuz sonrası gözaltı ve işkencelere sessiz kalması ve hatta bu işkence olmadığı yönünde açıklama yapması gösterilebilir. Şayet Barolar Birliği görevini tam olarak yapabilseydi eminim birçok vakıa yaşanmazdı.

Türkiye’deki mevcut hukuksuzlukların giderilmesi ve ülkenin yeniden hukuk rayına oturtulabilmesi için meslek kuruluşları, ya da uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimler var mı? Bu girişimler karşılık buluyor mu? Daha neler yapılabilir?

Bu konuda yetkili uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimlerde bulunulmaktadır. Ancak bu konuda işin boyutları ve gelinen aşamayı değerlendirmek için elimizde yeterli veri bulunmamaktadır. Temennimiz kendisine bu konuda başvuruda bulunulan kurum ve kuruluşların gerekli hassasiyeti göstererek bir an önce ülkede yaşanan hukuksuzlukların ortadan kaldırılmasında katkıda bulunmalarıdır. Başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere Uluslararası birçok kurum, kuruluş ve derneklerin bu yönde çalışmalarına hız vererek hukuksuzlukların ortadan kaldırılmasına katkı sağlamasını bekliyoruz.

Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

Türkiye maalesef rejim değişikliğinde son adımları atmaktadır. Demokratik cumhuriyetten tek adam rejime geçiş yapmıştır. Bu noktada fiilen gerçekleşen durum göstermelik olarak hukuksal olarak ta yerine getirilmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için de 15 Temmuz bir dönüm noktası olmuştur. Zira 15 Temmuz ile tek adam rejimine engel olan tüm hususlar sözde darbeye teşebbüs sonucu hızla ve yargıdan kaçırılmak suretiyle ortadan kaldırılmıştır. Yine 15 Temmuz ile ülkenin 20-25 yılda yetiştirdiği ve alanında her anlamda uzman olan beyin takımı da ortadan kaldırılmıştır. Belirli bir kariyer meslekte insan yetiştirmenin zorluğunu göz önüne aldığımızda ülkenin belki de 50 yılının heba edildiğini maalesef ve içimiz sızlayarak görüyoruz.

Benim bu noktada bir diğer tespitim ise; Osmanlının son dönemlerinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca Türk bürokrasisi ve kariyer meslekler, kamu görevleri son 30 yılda Anadolu insanının evlatları tarafından yerine getirilmeye başlamıştı. Ancak günümüz siyasi iktidarı acı bir şekilde bu nesli tırpanladı ve tekrar eski elit tabakaya bunu devretti. Ülkeye ne kadar büyük zararlar verildiği belki çok kısa bir süre sonra ortaya çıkacak ama bunun düzelmesi çok ama çok uzun zaman alacaktır.

Sonuçta kaybeden sadece Türkiye oldu.

Source: 

Read More

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1