Lawyers In Exile

Yargı Mülakatları Sürüyor: Avukat Nurullah ALBAYRAK – II : Bugün yapılanların 15. Yüzyıl Engizisyon yargılamalarından farkı yoktur.

Cemaat, Ergenekon ve Balyoz davaları sebebiyle de çok eleştirildi. Bu davalarda bir hukuksuzluk yapıldı mı sizce? Sorun neydi o davalarda? Ne olmalıydı?

Öncelikle, Türkiye’de özellikle toplu görülen ceza davalarında her zaman yanlış ve hukuksuzluk yapıldığını, sistem olarak hukuksuzluk yapılmasının mümkün olduğunu düşünüyorum. Kişisel anlamda hukuksuzluk yapılsa da asıl hukuksuzluğun kişisel olmaktan öte yapısal olduğuna inanıyorum. Bahsedilen davalarda ki kamu görevlileri cemaate mensup mu değil mi bilmiyorum. Bence sorun, onların neci ve hangi düşünceye sahip olduğu değil sistemin problemli olmasında. Sistem sorunlu olduğu ve sorunları gidermek yerine daha fazla sorun oluşturacak düzenlemeler yapıldığı için yargılama makamında kim olursa olsun aynı sorunlar devam ediyor.

Örneğin, Cumhurbaşkanı adaylarından Selahattin Demirtaş kendisinin tutuklanmasına Cemaat’e mensup olduğunu söylediği savcıların sebebiyet verdiğini söyledi. Eğer bu iddiası doğru ise şu an bahsettiği savcılar tutuklu olduğu için Selahattin Demirtaş’ın serbest kalması gerekir, ancak tahliye edilmiyor. Hem de Cumhurbaşkanı adayı olan bir kişi tahliye edilmiyor. O zaman sorunu cemaat mensubu olduğu iddia edilen savcılarda değil sistemde aramamız gerekiyor.

Yapısal sorundan kastettiğim; mahkemelerin bağımsız ve tarafsız olmaması, iktidara bağımlı olması ve iktidarla birlikte hareket etmesi, savcıların konumu, emniyetin herkesi suçlu kabul eden yaklaşımı, imkân olsa cezalandırmayı kendilerinin yapması gerektiğini düşünen kolluk personelinin varlığı, gizli tanık uygulamaları, avukatlara getirilen yasaklar, savunmanın zorunluluk değil engel olarak görülmesi, yasal hakların kullandırılmaması, bunların yanında özel isimlerle kurulan DGM, Özel yetkili mahkemeler, Terör Mahkemeleri, Sulh Ceza Hâkimlikleri gibi mahkemelerin varlığıdır. Bu sorunlar ortada olduğu müddetçe hukuksuzluklar yaşanmaya devam edecektir. Bu nedenle yaşanan ve yaşanması muhtemel hukuksuzlukları sonlandırmak için yapısal anlamda değişiklikler yapmak zorundayız.

Hâkim ve savcının kim ya da neci olduğunu düşünmek zorunda kalmadığımız, siyasal, toplumsal, dinsel düşünce ve çatışmaların dışında, her türlü ön yargıdan uzak, sırf adalet çabası içinde, vicdanlı, ahlaklı, tutarlı, nezaketli, tarafsız, bağımsız, insan haklarına saygılı ve adil hâkim ve savcıların olduğu bir yargı sistemi en büyük beklentim ve isteğimdir.

Cemaat ile ilgili olarak Paralel Devlet Yapılanması ve ‘terör örgütü’ iddiası var. Öncelikle Türkiye’deki yasalara göre terör örgütü olmanın koşulları nelerdir? Görülmekte olan davalarda terör örgütü suçlamasına dayanak olarak gösterilen eylemler nelerdir? Tek merkezden emirler alındığı ve bürokratların ‘paralel devlet’ gibi davrandığı iddialarının delilleri nelerdir? ‘Devlete sızmak’ meselesinin hukukî karşılığı var mıdır? Bu iddialarla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle Terörle Mücadele Yasası, düşünceyi değil, ‘terör’ amacına yönelik eylemleri cezalandırmayı amaçlamaktadır. Şiddet yöntemini içermeyen düşünce ve düşünce etrafında birleşme özgürlüğü suç sayılmaz. Yıkıcı eylem denilen bir eylemin varlığı için şiddeti öngören bir davranışın varlığı zorunludur. Cebir içermeyen, terörü amaçlamayan düşünce ve düşünce etrafındaki örgütlenmenin suç sayılması Terörle Mücadele Yasasına aykırıdır.

Aynı şekilde terörle mücadele için de olsa, ceza sorumluluğunun kişiselliği kuralına aykırı bir sistem oluşurulamaz. Yani herhangi bir kişi üçüncü kişinin eylemlerinden sorumlu tutulamaz.
Bir yapıya terör örgütü denilebilmesi için; cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinin biriyle Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek amacına yönelik olarak faaliyet yürütmek için oluşturulması gerekir. Bu yapıyı kuran, yöneten ve üye olan kişilerin de cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinin biriyle faaliyet yürütüleceğini bilmesi ve istemesi gerekir. Terör örgütü kurma, yönetme ve üyeliği suçu kasten işlenebilecek bir suç olup, bir kişi sadece kasten ve açığa vurduğu iradi hareketlerle bu suçu işlemiş olur.
Gülen Hareketi’nin terör örgütü ilan edilmesi sürecinin hukuki değil siyasi olduğunu ifade etmiştim. Terör örgütü ilan etme konusunda Cumhurbaşkanı ve iktidar mensuplarının 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yaptıkları açıklamalar, örgüt var mı varsa bu durum ne zaman tespit edildi sorularına cevap vermesi açısından önem arzetmektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 16 Temmuz 2016 tarihinde saat 03.21 civarında İstanbul Havaalanında yaptığı açıklamada, darbe girişiminin paralel yapıya mensup askerlerce gerçekleştirildiğini ifade ettikten sonra, “Bu grubun silahlı terör örgütü olduğu AÇIĞA ÇIKMIŞTIR” demiştir. Ak Parti kurucularından olan, TBMM eski Başkanı ve Başbakan eski yardımcısı Sayın Bülent Arınç da, 21 Temmuz 2016 tarihinde, “Silahlı terör örgütünün Fetullahçı olduğunu o gece öğrendim” açıklamasını yapmıştır. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter Yardımcısı ve Sözcüsü İbrahim Kalın da, Türkiye’nin “15 Temmuz 2016 tarihinden bu yana yeni bir terör örgütü ile karşı karşıya olduğunu” 19 Ağustos 2016 tarihinde ifade etmiştir[1]. Bu açıklamalardan, devletin gizli bilgileri dâhil tüm bilgilerine vakıf olan Cumhurbaşkanı, uzunca bir süre MGK ve Bakanlar Kurulu üyeliği yapmış Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın’ın, Gülen Hareketi isimli oluşumun terör örgütü olduğuna 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra ikna oldukları anlaşılmaktadır.

Bu açıklamalardan yola çıkılarak Gülen Hareketi’nin terör örgütü olmadığı 40 yıllık süreçte terör amacına yönelik bir faaliyetinin olmadığı anlaşılmaktadır. İktidarı 15 Temmuz öncesi söylemlerinin ve mahkemelerin kararlarının siyasi olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Ayrıca, darbe girişimiyle ilgili olarak iktidarın söylemlerinin doğru olmadığı tam olarak ortaya çıktığında da terör örgütü suçlamasının tamamen mesnetsiz ve haksız olduğu görülecektir.

Bu aşamada şunu da ifade etmem gerekir; yapılan bu açıklamalar karşısında, 15 Temmuz 2016 tarihinden önceki eylem ya da işlemlerden dolayı terör örgütü üyeliği ile kimse sorumlu tutulamaz ve suçlanamaz. Bu durum suç ve cezaların geçmişe yürümezliği ilkesinin de bir gereğidir. Aksi durumun kabulü halinde, örneğin 1970’li yıllarda kurulan bir siyasi parti mensuplarının 2017 yılında gerçekleştirdikleri cebir ve şiddet içerikli bir eylemi nedeniyle, siyasi partinin bu tarihten önceki tüm yönetici ve üyeleri de, 2017 yılında terör örgütüne dönüşen bir siyasi partinin üyesi oldukları için suçlanabilirler. Bu türden bir uygulama ile işlenen suçlardan tamamen habersiz binlerce üye, kasten işlenebilen bir suç nedeniyle sorumlu tutulmuş olur. Bu durum, terör örgütü üyeliği suçunun tamamen keyfi yorumlanıp uygulanması anlamına gelir. İşlenen suçlar konusunda hiçbir iradi hareketi olmayan ve hatta bu olaydan tamamen habersiz olan binlerce kişinin, 2017 yılında terör örgütüne dönüşmüş bir siyasi partiye üyelikleri ve geçmişteki faaliyetleri nedeniyle sorumlu tutulmaları, ceza kanunlarının öngörülemez şekilde keyfi yorumlanması anlamına gelir.

Hukuk önünde kişiler ya da onların tercihleri bakımından bir ayrımcılığa (discrimination) yer vermeksizin; suçlanan kişilerin hangi hukuksal tanımlama içerisinde ne tür bir suç işlediği, hangi yöntemleri benimsediği ve hangi amaçları güttüğü; başkalarının değil bizzat kendi eser, eylem, tutum ve davranışlarıyla somut kabul edilebilir tarzda ortaya konulması gerekir. Ceza hukukunda varsayımlara dayanılarak sorumluluk belirlenemez.

Paralel devlet yapılanması ve devlete sızma iddiasını da çok dile getirilen ancak hatalı değerlendirme yapılan bir konu olarak değerlendiriyorum.
Öncelikle, Anayasanın 70. maddesi gereği her Türk vatandaşı, liyakat hariç, hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmadan kamu görevine girme ve çalışma hakkına sahiptir. Dolayısıyla hiç kimse kendi partisinden, grubundan olmayan bir kişiye kamu görevlisi olamazsın diyemez.

İkinci olarak kadrolaşma suç olsa, Türkiye’de bu suçu işlemeyen siyasi ya da toplumsal grup neredeyse yoktur. Herkesin bildiği gibi, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal cereyanların neredeyse tamamı devlette kadrolaşmaya çalışmaktadır. Ak Parti, CHP, ve MHP dâhil tüm siyasi partiler ve irili ufaklı cemaat, tarikat, hareket, loca, mezhepsel ya da etniksel grup ya da oluşum, devlette kendine yakın insanların görev alması için çaba sarf etmektedir. İngiliz Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi, Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimine dair hazırladığı raporda, paralel devlet iddiaları konusunda Kemalistlerin de Ak Partililerin de paralel devlet oluşturduklarını ifade etmiştir. Doğu Perinçek, 7 Haziran 2016 tarihli Yeniyüzyıl Gazetesine verdiği demeçte, “Biz Aydınlıkçılar sadece MİT’te değil her yerde (devletin her kurumunda) etkiliyiz” açıklamasını yapmıştır. 22 Ağustos 1995 tarihinde dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay, SHP İstanbul il kongresinde, yargıda örgütlenme ve kadrolaşma konusunda şu açıklamaları yapmıştır: “Sayın Seyfi Oktay zamanında 2000 civarında hâkim alındı. Benim dönemimde 1000 civarında hâkim alındı. Toplam 3000 hâkim alındı. Bu örgüte kadro vermeyecekler de kime verecekler? MHP’ye mi verecekler? Olur mu öyle şey? Eskiden sınavlar olurdu. Sınavların olacağı tarih kimseye bildirilmezdi. Bilinmedik gazetelerde ilanları yapılırdı. Şimdi en azından biz adil davranarak, örgütü haberdar ediyoruz; örgütü bilgilendiriyoruz. Örgütün sınava girme olanağını sağlıyoruz. Yanlış mı yapıyoruz? Yapılacak en akıllı hareket kendi devri iktidarında örgütleneceksin… Kadrolaşacaksın… ve bu kadrolar günün birinde gelecek ve senin yolunu açacak.”[2] Tüm bu örnekler göstermektedir ki, devlette kadrolaşma, örgütlenme, devleti ele geçirme, devlete sızma veya paralel devlet iddiası suç değildir ve Anayasanın 70. maddesi ve kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesi dikkate alındığında, bu iddianın hukuki herhangi bir temeli de yoktur.

Kanaatimce irili ufaklı her grubun devlette kadrolaşma istemesinin bazı sosyolojik nedenleri bulunmaktadır. Bunların başında, Derin Devlet ismiyle anılan yapının başlangıçta kendisini devletin yegâne sahibi olarak görüp, ideolojik veya başka gerekçelerle kendisine yakın olmayan vatandaşları kamu görevine almaması, devletten dışlaması ve/veya kamu görevine girmiş olanları da ya pasif görevlere ataması ya da başka illere sürmesi ve hatta kamu görevinden ihraç etmesi gibi ayrımcı uygulamalar gelmektedir. Eş ifade ile devleti ele geçirdiği anlaşılan bir grubun kamu görevine alma, yükseltme ve belirli kadrolara atamada, değişik gerekçelerle vatandaşlar arasında ayrımcılığa başvurması gelmektedir. Bu yanlış uygulama, maalesef daha sonra neredeyse tüm iktidar odaklarına ve siyasi partilere sirayet etmiştir. İktidara gelen her siyasi parti veya güç odağı, kendisine yakın olmayanları kamu görevinden dışlamış, görevden almış, mahrumiyet bölgesi olan başka illere sürmüş ve/veya kamu görevine alımda ayrımcılığa başvurmuştur. Az çok devleti bilen herkes bu maddi vakıadan haberdar olup, devlette kadrolaşma ya da paralel devlet kurma iddiası sadece bir gruba atfedilecek kadar basit bir olgu değildir. Türkiye’de devlete ilişkin sorunların ve mücadelelerin temelinde bu ayrımcılık ve değişik toplumsal kesimlerin bir birine duyduğu güvensizlik yatmaktadır. Bu olgu, Anayasanın 70. maddesindeki amir hükmün uygulamaya geçirilmediğini göstermektedir. Oysa ayrımcılık, toplumsal problemlerin temelini oluşturur ve toplumsal mozaiği paramparça eden hastalıklı bir uygulamadır.

Gülen Hareketi isimli oluşuma mensup ya da sempati duyan kişilerin, siyasi iradeden habersiz ve gizlice devlete sızdıkları iddiası da temelsizdir. Bir sivil toplum örgütüne mensup ya da sempati duyan insanlar, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmadan kamu görevine girme hakkına sahiptir. Aksini düşünmek, ayrımcılık yapıldığının ve Anayasanın 70. maddesinin yok sayıldığının açık itirafı olur. Disiplin ya da ceza hukuku anlamında suç işleyenler varsa, bunları tespit edip yargılamak ve cezalandırmak bir devletin en temel hakkı ve görevidir. Suç ve cezaların şahsiliği prensibi gereği, suç işleyen kimse, o cezalandırılır. Hukuk devletinde, bir kişinin suç işlediği bahane gösterilerek yakınları ya da fikren kendisiyle aynı fikirde olanlar cezalandırılamaz. Birkaç Ak Partili, CHP’li, MHP’li ya da şu veya bu isimdeki tarikat veya gruba mensup bürokratın suç işlediği iddiasıyla aynı gruba ait tüm bürokratlar suçlu olarak değerlendirilip disiplin ve ceza hukuku açısından cezalandırılamazlar.

Kamu görevlilerinin kendilerini gizleme gereği hissetmelerinin ana nedeni, belki de tek nedeni, iktidara kendileriyle aynı görüşte olmayan bir siyasi parti veya siyasi odağın gelmesi durumunda, görevden alınma, işlerini kaybetme veya şu ya da bu şekilde mağdur olma riski altında olduklarını hissetmeleridir. Nitekim darbeden habersiz onbinlerce insanın, kamu görevinden uzaklaştrılmış olması, bu hissiyatın ne yazık ki yersiz olmadığını göstermektedir. Bugün Gülen Hareketi isimli yapıya mensup ya da sempati duyan insanları gizlenmekle suçlayanlar, 28 Şubat Sürecinde namaz kılma gibi en temel bir insan hakkı olan bir ibadeti dahi göstermeden, gizleyerek yerine getirdikleri herkesçe bilinmektedir. Daha önce dini hiçbir yaşantısı olmayan bazı insanların, Ak Partinin iktidarda olduğu dönemde, en hafif ifade ile düşünceleri açığa vurmaktan çekindikleri ve farklı hareketlerde bulundukları da herkesin malumudur. En temel insan haklarının suç olarak değerlendirildiği ve müeyyidelere dayanak yapıldığı bir bürokraside, mağdur olmak istemeyen bürokratların yaşam biçimlerini ya da görüşlerini gizlemelerinden daha doğal bir durum olamaz. Kısaca Türkiye’de bu konudaki ana sorun, bireylere atfedilecek bir sorun değildir. Sorun bireyler de değildir; sorun, tam demokratik bir yapıya bir türlü dönüşemeyen ve insan haklarını suç olarak gören kamusal uygulamalardadır. Sorun, aşırı politize olmuş bürokratik yapıdadır; birbirine tahammül edemeyen ve bir arada yaşamayı beceremeyen grupların kamu bürokrasisindeki yıllara yayılan yanlış tutum ve davranışlarındadır. Bu sorunu giderme yükümlülüğü devlete ait olup, ilk yapılacak işlem insan haklarını suç olarak görmekten kurtulmaktır.

15 Temmuz sürecinden hemen sonra yapılan yakalama ve gözaltı uygulamalarında ciddi işkence ve kötü muamele iddiaları gündeme geldi. Basına ve sosyal medyaya yansıyan haberler ve görüntülerden de az çok olayın vehameti görülebiliyor. Gözaltında ve daha sonra cezaevlerinde hayatlarını kaybedenler de oldu. Bu vefatların bir kısmı da kayıtlara intihar olarak geçti. Ve yine, gün ortasında adam kaçırmalar da yıllar sonra tekrar gündeme geldi. Hakeza, yurtdışında MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilen insanlar oldu. Tüm bu yaşananların hukuksuz olduğu değişik kesimlerden hukukçular ve insan hakları aktivistleri tarafından söylenmesine, ayrıca AB ve BM gibi kurumların bu yaşananların hukuksuz olduğuna dair hazırladıkları raporlara rağmen nasıl oluyor da bu tür hukuksuzluklar yapılabiliyor / yaptırılabiliyor?
Suç olduğu açık olan ve insanlığa karşı bir suç olması nedeniyle de sadece ülkemizde değil başka ülkelerde de yargılaması yapılabilen bir suçun bilerek işlenmesi için; cahil cesareti, tarafgirlik körlüğü, insani vasıfların yitirilmiş olması diyebilirim.

İnsan Haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmelerde korunan hakların başında işkence yasağı gelmektedir. İşkencenin engellenmesi ve sorumlularının etkin bir şekilde cezalandırılması amacıyla, sırf işkencenin önlenmesine matuf sözleşmeler kabul edilmiş ve sözleşmelerin kabul edilmesiyle de yetinilmeyerek bu sözleşmelerin etkin olarak uygulanabilmesi için mekanizmalar öngörülmüştür.
İşkenceyi meşru gören hiçbir kanun olmadığı gibi devletler de meşru görmemektedir. En ilkel devletlerde bile savaş ve olağanüstü dönemler dahil olmak üzere hangi gerekçeyle olursa olsun, işkence istisnasız olarak yasaklanmıştır. Bizim yasalarımızda da işkence suçtur ve Türk Ceza Kanunu’nun 94. maddesinin 6. Fıkrasında açıkça belirtildiği üzere ‘Bu suçtan dolayı zaman aşımı işlemez.’
Ne yazık ki hukuk sistemini yerle bir eden bazı hukukçu ve iktidar mensuplarının yaklaşımları ile iktidara yakın kişilerin işkenceyi tavsiye eden açıklamaları, bazı kamu personelini en iğrenç yöntemlerle işkence yapma sapkınlığına sevk etmektedir.

Ne yazık ki bugün yapılanların 15. Yüzyıl Engizisyon yargılamalarından farkı yoktur. “Bu yazılanları imzala, yoksa karınla oruç açarız”, ‘İstediğimiz şekilde ifade vermezsen eşini ve çocuğunu da buraya getiririz’, ‘İtiraf etmezsen buradan çıkamazsın’ şeklinde son derece iğrenç tehditler kullanmak suretiyle yapılan işkenceler de bir barbarlık örneği olarak işkencecilerin ismiyle birlikte tarih sayfalarındaki yerini alacaktır.

Engizisyon mahkemelerinde, tutuklular sorguya alınmadan önce aylarca zindanlarda tutulur, sanığın direnme gücünün kırılması planlanırdı. Mahkeme önüne çıkarıldığında kendisinden söylemesi istenilen şeyleri kabul etmesi gerekirdi aksi bir davranış yeniden zindana geri gönderilmesi ve büyük bir ihtimalle de bazı cezalara çarptırılması anlamına gelirdi. Sanıktan suçunu itiraf etmesi istenirken engizisyoncuların elinde kanıtlar olduğu, onun aleyhine tanıklık etmeye hazır tanıklar olduğuna inandırılırdı. Tutuklunun ne kanıtların niteliğini ne de tanıkların kimliğini öğrenmesine izin verilmediği gibi, sanık direnir veya suçu kabul etmezse daha şiddetli yollara başvurulurdu.

Bugün de aynı şekilde davranılarak insanlara işkence yapılarak itirafçı olmaya zorlanmaktadır. Bunun yapılmasına da ne yazık ki hukukçu kimliğine sahip kişiler onay vermektedir.

2 Temmuz 2017 tarihli HSK kararnamesi ile Burdur’dan alınıp Şanlıurfa’ya başsavcı atanan Sadi Doğan’ın açıkladığı gibi, 15 Temmuz 2016 tarihinden sonraki soruşturmalarda yazılı veya maddi delil bulunmadığı için, eldeki neredeyse tek delilin itiraflar olduğu ifade edilmiş ve itiraf elde etmek için gözaltına alınan neredeyse herkese kanuna aykırı vaatte bulunulmuş, işkence, insanlık dışı şartlarda (Asgari yiyecek, içecek, temizlik ve dinlenme şartları sunulmadan 30 güne yakın gözaltında tutulanlar olduğu gibi 3 kişilik nezarethanelerde kapasitesinin birkaç katı kişi bir arada günlerce tutulmuştur.) uzunca bir süre tutma, yorma, direncini kırma veya aşağılayıcı muameleye tabi tutma, başkaca isimler verirlerse kendilerinin serbest bırakılacağı gibi yasaya aykırı vaatlerde bulunma yöntemlerine yoğun şekilde başvurulduğu anlaşılmaktadır.

HSK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’da benzer bir açıklama yapmış ve “itirafçı olacak tutuklu hâkim ve savcıların serbest bırakılacağı” yönündeki açıklamasının, tutuklu yargı mensuplarını (tuzağa düşürüp) itiraf elde etmek için yapıldığını itiraf etmiştir. 300 civarında itirafçı sayısına ulaştıklarını belirttikten sonra bunların da serbest bırakılmayacaklarını kamuoyuna açıklamıştır.

Unutulmamalıdır ki işkence suçlarında zaman aşımı olmadığı gibi bizzat işkencecilere karşı açılacak tazminat davasında da zaman aşımı yoktur. İşkenceciler ölseler dahi geride kalan aileleri tazminatları ödemekle karşı karşıya kalacaktır. İşkenceci bizzat fiili icra eden olarak anlaşılmasın; işkenceyi yapan, yapılmasına izin veren, yapılmasına göz yuman ve işkenceye itiraz etmeyen herkes işkencecidir ve açılacak tazminat davalarının ve ceza soruşturmalarının muhatabıdır.

1700’lü yıllarda yaşayan ünlü hukukçu Beccaria’nın, “Suçlar ve Cezalar” isimli eserinde işkenceyle ilgili olarak söylediği sözle bitireyim;
Bir adamın kendisinin ithamcısı olmasını istemek iddiası korkunç ve pek gülünçtür. Hakikat sanki onun adaleleri ve sinirleri arasına gizlenmiş gibi, işkence ile çıkarmağa çabalamak vahşet ve budalalıktır…. Ortada suç ya var yahut yoktur. Varsa o suça kanunun tespit ettiği ceza verilecektir ki, bu takdirde işkence faydasızdır. Şayet suç yoksa bir masuma eza ve cefa etmek müthiş bir vahşet olmaz mı?”

Anayasa Mahkemesi, OHAL dönemi sürdüğü müddetçe KHK’larla ilgili bir işlem yapmayacağını ilân etti. Peki, OHAL dönemi biterse, bu süreçte çıkarılan KHK’lar hem içerdiği yasalar hem de işten atmalar olarak AYM’ye götürülebilecek mi? Şu anki uygulamaların ‘geri döndürülme’ imkânı var mı? Mağduriyetler giderilebilecek mi? Gasıplar iade edilebilecek mi?

İktidar OHAL ilan ettikten sonra tüm ülkeyi KHK’larla idare etmeye başladı. KHK’larla 150.000’in üzerinde kamu görevlisi hiçbir savunma hakkı kullanamadan, adil yargılanma hakkının hiçbir gereğine uyulmadan, mesleklerinden çıkarıldı. Üniversitelerin de olduğu 3000 eğitim kurumuna ve 200’e yakın medya kuruluşuna KHK’larla el konuldu.

Binlerce insanın KHK’larla ihraç edilmesi de yapılan fişlemeler sonucunda olduğu itiraf edilmiştir. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, 25 Temmuz 2016 tarihinde, “İsimleri önceden tespit etmiştik” diyerek, tasfiyelerin darbe girişimiyle ilgisinin olmadığını ve fişleme yaptıklarını ifşa etmiştir (@dw_turkce – 25.7.16). Bu ifadeden kamu görevlilerinin kamu görevinden çıkarılmaları için darbe girişiminin beklendiği anlaşılmaktadır. Enerji Bakanı Berat Albayrak ise, 26 Temmuz 2016 tarihinde, “İşten uzaklaştırma listeleri emniyet ve istihbaratın yoğun çalışmasıyla hazırlandı” demiştir. Bir diğer Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli ise, aHaber kanalında, 28 Temmuz 2016 tarihinde, “O kararı almasaydık (yüzbinleri aşan kamu görevlilerini) 15 yılda temizleyemezdik” demiştir. Diğer Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da, “KHK’lar aceleyle değil, çok iyi bir hazırlığın sonucudur” diyerek, tasfiye listelerinin çok önceden planlı bir şekilde hazırlandığını ve darbe bahanesinin beklendiğini ima etmiştir. Savunma Bakanı da 29 Temmuz 2016 tarihinde “Tasfiyeler darbeden önce hazırdı” demiştir. Aynı konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan, El Jazeera Televizyonuna verdiği mülakatta, “Kimlerin FETÖ üyesi olduğunu biliyorduk; kanunlar bize engel oluyordu” açıklamasını yapmış ve kanunlar yürürlükte kaldığı sürece ve hukuk devletinin sınırları içerisinde bahse konu tasfiyeleri yapamayacaklarını ifade etmiştir. Bu açıklamadan şu sonuç çıkmaktadır: Aslında tasfiye edilen kamu görevlilerinin hukuka aykırı herhangi bir eylemleri olmadığı için, pozitif hukuk kurallarına göre ve hukuka uygun olarak kendilerini kamu görevinden çıkarmak imkânsızdı. Bu imkânsızlığı aşmak için hukuk dışına çıkarak tüm bu tasfiyeler yapıldı. Kanunlar bertaraf edilerek, yüzbinleri aşan kamu görevlisinin hukuka aykırı bir şekilde kamu görevinden çıkarıldığı ayrıca elkoyma işlemlerinin de hukuka aykırı olduğu itiraf edilmiş oldu.

Soruda belirttiğiniz gibi bu işlemlerin hukuki dayanağı bir OHAL KHK’sıdır. Anayasanın 148/1 maddesine göre, OHAL KHK’ları yargı denetimi dışındadır. Türk Hukukunda ne yazık ki bir OHAL KHK’sı ile yapılan işleme karşı mağdur olan kişilerin başvurabileceği ve tesis edilen işleminin hukuka aykırı olduğunu iddia edecek bir mahkeme bulunmamaktadır. İktidar da bunu bildiği için tüm hukuka aykırı kararları KHK’larla yapmıştır.

Şu an her ne kadar KHK’larla tesis edilen hukuka aykırı işlemlerin denetimi için OHAL Komisyonu kurulmuş olsa da hem komisyonun kuruluşu hem üyeleri itibariyle sorunları çözmesi mümkün değildir. Bugüne kadar verdiği kararlarla da bunu doğrulamıştır.

685 sayılı KHK ile oluşturulan OHAL Komisyonu yedi üyeden oluşmaktadır; bu Komisyonunun beş üyesini doğrudan yürütme organı belirlemekte olup, belirlenen üyelerin bizzat iktidarın direktifiyle hareket edeceği de atanan isimlerden anlaşılmaktadır.

Özellikle masumiyet karinesi ve yargılanmadan terör örgütü üyesi ilan edilmenin kaynağı doğrudan KHK’nın kendisidir. KHK iptal edilip bu KHK’nın hukuken varlığına son verilmedikçe, ileri sürülen ihlaller devam eden şekilde var olacaktır. Hak ihlallerin kaynağı olan OHAL KHK’larının hukuken varlığına son verilip iptal edilmedikçe, yaşanmış hak ihlalleri saptanarak giderilmedikçe, tazminat ödenmedikçe, hak ihlalleri giderilmiş sayılmaz. İhlalin kaynağı olan OHAL KHK’ları hukuken geçerli olarak varlığını sürdürdüğü sürece, masumiyet karinesi ihlali gibi ihlaller de devam eden şekilde varlığını sürdürecektir. Bu nedenle, insan hakları ihlallerinin giderilebilmesi için, ihlallerin dayanağı olan KHK’ların mutlaka iptal edilmesi ve hukuki varlıklarına son verilmesi gerekir.

Zorlu bir süreç olsa dahi yapılacak hukuki mücadele sonunda yaşanan tüm hak ihlallerinin ortadan kaldırılarak mağduriyetlerin giderilmesi yönünde karar verileceğine inanıyorum.

Şu an Türkiye’de yargılamanın savunma ayağının çökertildiğine dair ciddi iddialar söz konusu. Yukarıda da belirttiğim gibi, çok sayıda avukat hapiste ya da firari. Savunmasız veya avukat tutacak parası olmayan mağdurlara bu süreçte neler yapmalarını tavsiye edersiniz? Türkiye’de ya da dünyada haklarını arama adına başvurulabilecek ne gibi merciler bulunuyor? Bu noktada yardımcı olabilecek insan hakları kuruluşları ya da hukuk dernekleri var mıdır?

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminden hemen sonra, FETÖ/PDY sebebiyle açılan tüm davalara özel vekâlet sunmuş avukatlar hakkında gözaltı kararı alınmış ve söz konusu avukatlar tutuklanmıştır. 15 Temmuz 2017 tarihi itibariyle, bir yıl içerisinde, hali hazırda Türkiye genelinde bu davalara vekâlet sunan toplam 1542 avukat hakkında gözaltı kararı alınmış ve gözaltına alınanlardan şu an itibariyle 581’i tutuklu ve 138’i hakkında da mahkumiyet kararı verilmiştir. Ayrıca Temmuz 2017 tarihi itibariyle hakkında yakalama kararı bulunan avukat sayısı 200’den fazladır. Binden fazla meslektaşının gözaltına alındığını ve yarıdan fazlasının tutuklandığını ve mahkum edildiğini gören diğer avukatlar ise, bu atmosferde siyasi suçlarla suçlanan sanıkları etkin şekilde savunmadan ve hatta vekâlet almadan çekinir olmuşlardır.

Bu durumun şüpheli ve sanıkların kendi seçecekleri avukat yardımından yararlanma hakkına son derece ağır bir müdahale oluşturmasına ek olarak, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal da, 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminden kısa bir süre sonra yaptığı açıklamada, “FETÖ sanıklarına avukat atayacak kadar enayi miyim? Elbetteki kimseyi atamadık; atamayacağız” demiştir. Böylece, en temel sanık haklarından biri olan avukat yardımından yararlanma hakkının (AİHS m. 6/3c) gerekleri, özerk olan bazı Barolar tarafından da yerine getirilmediği açıklanmıştır. Ayrıca, Çağdaş Avukatlar Derneği Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı, Ankara Barosu’nun 64. Olağan Genel Kurulu’nda yaptığı 16 Ekim 2016 tarihli konuşmasında, “Hizmet (Hareketi) mensubu, Paralel Devlet Yapılanması mensubu yargıçlara, savcılara, askerlere, polis memurlarına veya vatandaşa sistematik işkence yapılıyor. Farkında mısınız? … Bu arkadaşlarınıza hapishanelerde tecavüz ediyorlar. Bu arkadaşlarınızın tırnaklarını söküyorlar, emniyet birimlerinde. Emin olun. Bana güvenin. … Kalın bağırsak ameliyatı olmuş insanları gördüm; makatlarına sokulan eşyalar nedeniyle; emniyette ve hapishanede. Ülke genelinde 40 000 tutuklama var. 80 000 gözaltı yapıldı. Sistematik olarak işkence yapıldı. … 18 kişi intihar etti. Savcılar, polis müdürleri, kaymakamlar; bir insana ne yapılır da kafasına silahı dayayıp sıkar?” belirtmesine ve işkence delilleri devletin resmi haber ajansı Anadolu Ajansının 7 dakikalık görüntülerinde ve Hürriyet Gazetesinin manşetinde[3] yer almasına, vücudu sargılı ve kafasında darp izleri olan kişilerin resimlerine bu gazetenin ilk sayfasında yer verilmesine rağmen, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, hiçbir nezarethane veya cezaevini ziyaret etmeden, şüpheli ve sanıkların hiçbiriyle görüşmeden, ABD’ye giderek, Türkiye’de işkence olmadığını açıklamıştır.

Birçok Baro, 15 Temmuz 2016 tarihinden sonraki gözaltılar için sınırlı sayıda avukatı CMK avukatı (resen atanacak avukat) olarak özel şekilde belirlemiştir. Yukarıda belirtildiği gibi, İstanbul Baro Başkanı, övünerek 15 Temmuz 2016 sonrası gözaltı alınanlara avukat göndermediklerini itiraf etmiştir. Özel belirlenen avukatlara Adalet Bakanlığınca özel brifingler verildiği ve nasıl davranmaları gerektiğinin dikte edildiği sosyal medyada iddia edilmiştir. Bazı illerde, birçok avukat müvekkillerine itirafçı olmalarını telkin etmiş, şüphelilerin kendilerini suçlamama haklarının tam tersi ve bu en temel sanık hakkının ihlaline yol açacak şekilde, avukatlık mesleğinin gerekleriyle taban tabana zıt bir şekilde, Hükümet ajanı gibi davranmışlardır. Bu hususta sosyal medyada isim belirtilerek birçok haber yapılmış, ancak söz konusu avukatlar hakkında da hiçbir işlem yapılmamıştır.

Bazı barolar, FETÖ/PDY üyesi suçlamasıyla gözaltına alınanlara avukat atamayacaklarını açıklamışlardır. Kanunen küçüklerin gözaltına alınması durumunda mutlak zorunluluk olmasına rağmen, 18 Ağustos 2017 tarihinde, Bylock kullandığı iddiasıyla kelepçelenerek gözaltına alınan eski Emniyet Müdürü Anadolu Atayün’ün 17 yaşındaki kızı için Konya Barosu avukat atamamıştır.

Maalesef yaşanan hukuksuzluklara ve kötü muameleyle avukatlar mücadele etmesi gerekirken bazı Baroların yanlış tutumları nedeniyle insanlar hak arama ve savunma konusunda yalnız kalmış ve gerekli mücadeleyi verememiştir.

Şu an itibariyle özellikle yurtdışında insan hakları örgütleri ve insan hakları konusunda çalışan hukukçular tarafından hak arama konusunda yardım ediliyor. Mağdurlar korkmadan çekinmeden haklarını aramak için mücadele etmek istediğinde kendilerine yardımcı birini bulacaklardır.

Kurumlar açısından değerlendirme yapıldığında başta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmak üzere Birleşmiş Milletlerin çalışma grupları ve komitelerine başvuru yapılabilmektedir.
Türkiye’deki mevcut hukuksuzlukların giderilmesi ve ülkenin yeniden hukuk rayına oturtulabilmesi için meslek kuruluşları, ya da uluslararası kuruluşlar nezdinde girişimler var mı? Bu girişimler karşılık buluyor mu? Daha neler yapılabilir?

Yaşanan mağduriyetlerin büyüklüğü ve tüm mağduriyetlerin arkasında da bir ülkenin iktidarı olduğu için netice almak biraz zor oluyor, hele de bu iktidar her türlü yolu kullanmaktan çekinmediği için. Ancak gelinen aşamada özellikle Avrupa ülkeleri ve Avrupa’da bulunan kurumlar nezdinde yaşanan mağduriyetler ve bu mağduriyete sebebiyet veren hukuksuzluklar bilinmektedir. Şahsen hukukçular olarak beklentimiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yaşanan tüm hukuksuzluklarla ilgili karar vermesidir. AİHM tarafından yapılan başvuruların gecikmeksizin incelenmesi ve ihlal kararlarının verilmesi için de her kesimden mağdurun çabası devam ediyor. Umut ediyorum ki yakın bir zamanda ihlal kararları çıkacaktır.

Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?

Öncelikle, tarihe not düşülmesine katkı sağlayacağını düşündüğüm bu çalışma için size teşekkür etmek istiyorum.
Son olarak da bir hayalimi ifade ederek bitirmiş olayım.

Dili, dini, ırkı, inancı, cemaati, cemiyeti, tarikatı, partisi, grubu, cinsiyeti, makamı, mansıbı, parası ne olursa olsun insanların birbirinin hakkına saygı gösterdiği, birlikte daha iyiye ulaşmanın çabasını sergilediği, karşısındaki insana değer verdiği hoşgörünün, sevginin, kardeşliğin esas olduğu bir ülkemiz olmasını istiyorum. Mevcut şartlarda zor gibi gözüküyor, ancak hayal eder olması içinde mücadele edersek gerçekleşeceğine inanıyorum.

Yazının devamını takip etmek için aşağıdaki link’i takip ediniz.

Source: 

Read More

___________________________________

[1] http://www.trt.net.tr/francais/turquie/2016/08/19/article-d-ibrahim-kalin-bruxelles-a-un-probleme-555000

[2] https://m.youtube.com/watch?v=7DPxEJxD8jM – https://m.youtube.com/watch?v=CHfSkm3HKIE

[3] Bkz. 21 Temmuz 2016 tarihli Hürriyet Gazetesi.

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1