Lawyers In Exile

Yargı mülakatları Mehmet Kasap: 15 Temmuz sonrası tüm savunma zemini kayboldu.

KENDİNİZİ TANITIR MIISNIZ?

Önceki röportajlarınızı okudum, aslında hepimizin hayatı bir birine benziyor. Ben bu hayatları okuyunca Amerikan ajanı, İsrail uşağı göremedim. Anadolu’nun bağrından çıkmış, daha çok alt gelir gurubundan gelen insanlarız.

Muğla’da babası işçi annesi çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Çocukluğum tarlalarda geçti. Kendimi bildim bileli hem ilçesinde hem de ilinde CHP’nin seçim kazandığı bir çevrede büyüdüm Sonrasında ortaokulu bitirince liseyi yatılı olarak Isparta Anadolu Öğretmen Lisesi’nde okudum. Oradan da Ankara Hukuk Fakültesini kazandım. Mezun oldum, aynı fakültede master yaptım. Ülkeden ayrılmadan önce de Ankara’da 16 yıl avukatlık mesleğini icra etmeye çalıştım. Hukuk ve Hayat Derneği’nde başkanlık dahil aktif görevler aldım. Şimdi iki yıldır yurt dışında yaşıyorum.

Şu hep tartışılır; yeni fikirler rahat zamanlarda mı daha çok gelişir, yoksa kriz zamanlarında mı? Aslına bakarsanız yeni fikirler kendisine ne zaman ihtiyaç duyuluyorsa o zaman ortaya çıkıyor. Kişisel olarak yeni bir yol haritası çıkarmak için bir fırsatla karşı karşıya olduğumu düşünüyorum. Bir taraftan da ülkemizin, arkadaşlarımızın haline bakınca bu durum insanın içine bir mızrak gibi saplanıyor. Velhasıl acıyla yaşamayı öğrenmeye çalışıyoruz. Bir daha ülkeme dönmeyi de düşünmüyorum.

TÜRKİYE DÜNYA YARGI SIRALAMASINDA HİÇ DE İYİ BİR YERDE DEĞİL, SİZCE BU NASIL OLDU? BU TABLONUN ORTAYA ÇIKMASINDAN KİMLER SORUMLU?

Ülkeler arasındaki farkı anlamak için istatistiklere ve oradaki sıralamanıza bakmaya gerek yok. Şimdi birçoğumuzun biraz da zorunlu olarak yaşamak durumunda kaldığı gelişmiş ülkelere baktığınızda bu farkı açıkça görüyorsunuz. Gelişmiş demokrasilerde insan kaynağı ve kalitesi olarak ülkemiz ile çok fazla bir fark olmamasına rağmen demokrasi ve hukukun üstünlüğü anlamında müthiş bir farkındalık var. Bunu trafikte, sosyal hayatın her alanında görüyorsunuz.

Gelişmiş demokrasilerde siyasiler yargının işleyişine müdahale edemez, müdahale etmeyi aklından bile geçiremez. Tam Avrupalı kabul edilmeyen Polonya’da devlet başkanı Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerine müdahale etmeye kalktı, milyonlarca insan bir anda sokaklara döküldü ve devlet başkanı geri adım atmak zorunda kaldı. Hatırlarsınız Almanya cumhurbaşkanı birkaç yıl önce uygun faiz oranıyla borç aldığı ve bunu gizlediği için istifa etmek zorunda kaldı. İnsanımızın demokrasi, hukukun üstünlüğü ile ekonominin gelişmişliği arasındaki bağlantıyı görmesi gerekiyor. Ekonomi Bakanlığı yapmış Babacan “Türkiye gerçek manada hukuk devleti olmazsa ekonominin ilerlemesi zor” diyerek durumu özetlemişti. Sonuç olarak hem kendi başına gelenleri, hem de ekonominin geldiği noktayı görüyorsunuz. Demokrasisi gelişmemiş milletler, kürsüde hâkimin eline kelepçe vurularak gözaltına alınmasının kendi ekmeğine bakan boyutunu göremiyor. Uzun bir süre daha bunu anlayabilecek gibi görünmüyor.

ÖZELLİKLE BU SÜREÇTE ORTAYA ÇIKAN VAHİM TABLONUN HALKIN KABAHATİ OLDUĞUNU MU SÖYLEMEK İSTİYORSUNUZ?

Şunu kabul etmemiz gerekiyor; Masum insanlara zulmeden Erdoğan rejimi değil, onun arkasında duran halk ya da kandırılan şuursuz kitleler. Yolsuzluklar ortaya saçıldıktan sonra üzerinden kaç seçim geçti? Bir kısmı şaibeli olmakla birlikte halk bu zulümleri Erdoğan’ı tekrar seçmek suretiyle onayladı. En azından sessiz kalarak icazet verdi. Erdoğan gibi halkın nabzını iyi tutan sürekli anketler yapan birisi halktan bir itiraz yükseldiğini görse, bu kadar hukukun dışına çıkamazdı.

Halkın bunlara itiraz etmediğini görünce, gün geçtikçe zulmünü arttırdı. Bakın eleştirilerinin/hakaretlerinin kronolojisine; Önce Pensilvanya sonra Paralel Devlet, arkasından Terör örgütü en sonunda da Silahlı Terör Örgütü. İlk başladığında Silahlı Terör Örgütü dese tüm toplum ona güler, hiç kimse bu sözlere itibar etmezdi.

Halkın bu duruma sessiz kaldığını gören iktidar seçimden birkaç gün önce bile zulümlerini arttırarak devam ettirebiliyor. Siyasetçilerin pragmatist hareket ettiğini düşündüğünüzde bu hiç de normal bir durum gibi görünmüyor.

Fakat ben şahsen halktan daha çok onları aydınlatmakla görevli entelektüellerimize kırgın ve kızgınım. Burada sistem şöyle işliyor; Devletten ihale alan işadamları medyayı fonluyor, orada para ile satın alınan omurgasız yazar, çizerler parasını aldıkları sahiplerinin sesi oluyorlar. Bir entelektüel iktidarı destekleyebilir hatta çok aşırı faşist görüşleri de olabilir. Bu bir bakıma fikir hürriyeti olarak kabul edilebilir. Fakat akşamında hararetle savundukları bir fikri Erdoğan’nın tavrına göre daha sabah olmadan tam tersi bir pozisyon alabiliyorlar. İşte bunu kabul etmek mümkün değil. Halkı bir şekilde ikna etmekle görevli bu paralı askerler çok büyük bir sorumluluk ve vebal altındalar. Sizin hiç onurunuz yok mu? Daha akşamında ak dediğinize kara diyebiliyorsunuz? Ama her kesim böyle; işadamından, yazarına, sanatçısına, siyasetçisine… Cemil Meriç, aydın olma haysiyetini kişinin cesaretinde aramıştır. Çıkar ilişkisinin bir yerinde yer bulabilmiş olan bu tiplerin gıdası kurulu düzendir. Ve onlar için bu düzenin asla değişmemesi gerekir. Bu tipler Necip Fazıl’ın ifadesiyle birer “fikir fahişe”dir. Bu tiplerden iğrenmemek mümkün değil. Bu tiplerin kaleminin bir bedeli var. Bir banka müdürüne telefon edip “Süleyman 1 milyon gönder” denilerek temin edilen paraları yemekten çekinmez bu tipler. Bu tipleri bazen altına çekilen bir Mercedes ya da bazen bir yakınına ihale vererek kolaylıkla satın alabilirsiniz.

Bu tiplerin ücreti ödendiği takdirde hizmetine amade olmayacağı hiçbir makam, yalamayacağı hiçbir çanak yoktur. Sonuç olarak ben şahsen toplumdan ziyade onları uyutmakla görevli bu tiplere kızgın ve kırgınım. Bunlar karşımıza bazen yazar, bazen din adamı bazen işadamı bazen de hukukçu olarak çıkabiliyor.

YUKARIDA BELİRTTİĞİNİZ GİBİ SİZ DE KAPATILAN BİR HUKUK DERNEĞİNİN BAŞKANLIĞINI YAPTINIZ BU TABLONUN ORTAYA ÇIKMAMASI İÇİN HEM ŞAHSINIZ HEM DE KURUMUNUZ ADINA SORUMLULUKLARINIZI YERİNE GETİRDİĞİNİZİ DÜŞÜNÜYOR MUSUNUZ?

İnanın ben de bu soruyu sürekli kendime soruyorum.
Pırıl pırıl bir hukuk derneğimiz vardı. 2003 yılında birkaç avukat arkadaşla beraber faaliyetlerine başlamıştı. Bu sürede herkesi kendi konumunda kabul etti, düşünce ve inanç özgürlüğüne değer verdi. Ankara barosu ile “Genç Hukukçuların AB Hukuku konusunda eğitimi” başta olmak üzere birçok projeye ev sahipliği yaptı.

Faaliyette bulunduğu süre içerisinde binden fazla öğrenci ve stajyer avukata burs desteği sağladı. Ulusal-uluslararası seminerler, sempozyumlar düzenledi. Tüm faaliyetlerini üyelerinden aldığı bağışlar ve aidatlar ile yürüttü. 667 sayılı KHK ile kapısına kilit vurulunca inceleme yaptılar. Sonuç; “idari ve mali konularda hiçbir suç unsuruna rastlanılamamıştır.” Suçumuz hukuk devleti ilkesinin yerleşmesine katkı sağlamaktı. Keşke tüm yönetim kurulu toplantılarımızı görüntülü olarak kayıt altına alsaydık da bizi suçlayan insanlara şimdi izletebilseydik. Bunun neresinde suç var bize gösterebilir misiniz? diye sorabilseydik.

Arkadaşların yaptığı bu faaliyetleri uzun uzun şunun için anlattım; Hizmet hareketine yakın olduğu gerekçesiyle kapatılan bu dernek, bir sivil toplum kuruluşu olarak sorumlulukların hepsini yerine getirmişti.

Şimdilerde en sıkı cemaat düşmanı görünen insanlar/hukukçular derneğin kapısında sıraya giriyorlardı. Aralık 2013’te yolsuzluk operasyonlarından sadece birkaç hafta önce yaptığımız “Derneğin 10 yıl kuruluş toplantısı”na başta dönemin AKP’li adalet bakanı da dahil olmak üzere 1000’e yakın hukukçu katılmıştı.

Burada özellikle TBB başkanı Metin Feyzioğlu’na özel bir başlık açmak isterim. Kendisi Ankara Barosu başkanlığına aday olduğu dönemde derneğimizi ziyaret ederek bir söyleşi gerçekleştirmişti. Ayrıca Barolar Birliği Başkanlığı’na seçildikten sonra dernek yönetim kurulundaki arkadaşlar tebrik ziyaretinde bulunmamızın doğru olacağını söylediler. Biz de kendisinden randevu talep ettik. Hiç mübalağa etmiyorum bizi asansör kapısında karşılayıp, asansör kapısına kadar uğurladı. Ve görüşmeye başlar başlamaz ilk söylediği söz şu oldu “Sizin ve derneğinizin benim nezdimde özel bir yeri var. Randevularım çok sıkışık olmasına rağmen size özel yer açmaları talimatını verdim” demişti. Şimdi ne oldu da 1500’den fazla avukat silahlı terör örgütü yaftasıyla soruşturma geçirirken tek kelime etmiyor/edemiyor?

Ankara Emniyetinde avukat arkadaşlarımıza fiziki işkence edildi. Bununla ilgili yasal adımlar atıldı ama ortada hukuk kalmadığı için dosyaların üzeri kapatılmaya çalışıldı. Bir meslek örgütünün başkanı olarak birlik başkanı niçin sesini çıkaramadı? Hatta Ankara’da avukat meslektaşlarına işkence edilirken Amerikalarda gezip “Türkiye’de işkence olduğuna dair somut veriler elimizde yok” propagandası yaptı. Benim ümitsizliğimi arttıran bu insanların var olması değil, bunlar her dönemde olurlar. Asıl sorun neredeyse oy birliği ile bilmem kaçıncı defa tekrar birlik başkanı olarak seçilebilmesi. İnsan haklarını, demokrasiyi, adil yargılanma hakkını savunmakla görevli avukatların temsilcisi böyle bir hukukçu mu olmalıydı? Bugünlerde tüm dünyadan meslektaşlarımızla beraber oluyoruz. Herkes her şeyin farkında. Birlik başkanın Edirne’nin ötesinde zerre kadar itibarı yok.

Diğer taraftan da Türkiye’de namuslu, vicdanlı avukatlar olduğunu da gördük bu dönemde. Özellikle Çağdaş Hukukçular Derneği avukatlarından söz etmeden geçemeyeceğim. Ne kadar değerli insanlarmış. İşkenceyi önlemek, meslektaşlarının haksız şekilde soruşturulmasını önlemek için adeta insanüstü bir gayret gösterdiler ve göstermeye de devam ediyorlar. Bunun karşılığında da hiçbir maddi menfaat talep etmediler. Herkes bizimle görüşmekten köşe bucak kaçarken hukuksuzluklara karşı hukukun üstünlüğünü savunmaktan geri durmadılar. Bunlar unutulmaz. Sırf hukukun üstünlüğünü savundukları için ÇHD genel başkanı Selçuk Bey başta olmak üzere tek kişilik zindanlarda bedel ödüyorlar. Ancak bu kahraman insanları görünce geleceğe dair ümitlerimizi devam ettiriyoruz.

Şunu artık net olarak görüyorum. Bana göre hayatta sağcı, solcu dindar dinsiz diye bir ayrım yok. Bu hayatta iyiler ve kötüler ile onların mücadelesi var. Baroda sol guruplara karşı tek çatı altında beraber hareket ettiğimiz “Baroda Birlik Gurubu” vardı. Yazık orada harcadığımız vakte, emeğe. İçinden bir tane vicdanlı insan çıkmaz mı? “Yahu arkadaş durun bu kadar da olmaz. Nedir bu avukatlara getirdiğiniz suçlamalar? Müvekkillerinin kimliğine bakarak bu insanlar terörist olamaz. Bu insanlar suçlu bile olsa bürolarını tarumar edemezsiniz, mallarını gaspedemezsiniz, kendilerinden dolayı akrabalarına işkence edemezsiniz. Nedir bu işkence iddiaları bir bakalım şunlara ” diyemediler. Muhafazakâr camia çok kötü bir sınav verdi. Bir daha asla aynı karede yer almak istemem. Bu meslektaşlara karşı da derin bir hayal kırıklığı içerisindeyim.

Dernek üyelerimiz kendi siyasi fikirlerini, felsefi inançlarını açıkça ortaya koymaktan çekinmedi. Ne düşünüyorsak açıkça söyledik, yüzlerce basın açıklaması yaparak bunu kamuoyu ile paylaştık. Hani bugünlerde işe biraz gizem katmak biraz da meşrulaştırmak için çok konuşuluyor ya “ mahrem imam, tedbir, paralel devlet vs.” Biz her fikrimizi kamuoyu önünde söyledik. Bazen eyleme dökerek protesto hakkımızı da kullandık. Terörle mücadele yasasını genişletmek isteyen AKP iktidarına itiraz ettiğimiz gibi askeri vesayetle de mücadele ettik. Eksikliklerimiz yok mu? Elbette var. İnsan sürekli gelişen, değişen bir varlık. Zamanı geri getirme imkânı olsa şunları şöyle değil de böyle yapardık diyeceğimiz çok konu var. Ama neye inanıyorsak onu yaptık, onu söyledik. Derneğimiz ve arkadaşlarımızın hiçbiri bu muameleleri hak etmediler.

Ama neylersin ki kadınıyla erkeğiyle avukat arkadaşlar bedel ödüyorlar. Bu bedelin değeri daha sonra daha iyi anlaşılacak. Masumiyetinden emin oldukları, sadece dayanışma içinde hareket eden insanlar intikam duygularıyla linç edilmesin, işkenceye uğramasın, hukukun üstünlüğü yerle bir edilmesin diye elini taşın altına koydular. Özgürlük için, hukukun tesisi için kendi hayatlarını mahveden kahramanlar onlar. İsteselerdi olan biteni uzaktan izleme kolaycılığına da sığınabilirlerdi. Bunu yapmaya vicdanları el vermedi. Başkaları için kendi ikballerini hatta ailelerinin ikbalini feda ettiler. Kimisi zalimin zulmünden kurtulmak için çoluk çocuğunu ailesini yetim bıraktı. Kimisi zindanlarda en büyük bedeli ödüyor. Ama olaylara biraz da gelecek penceresinden bakabilmek lazım. Yarın demokrasi ve hukukun üstünlüğü adına bir şeyler konuşabileceksek bedel ödemeyi göze alan bu kahramanlar sayesinde olacak.

UZUN SÜREDİR TÜRKİYE DE YAŞANAN BİRÇOK TARTIŞMA HUKUK ÜZERİNDEN YAPILDI. YARGININ BU KADAR SİYASİ TARTIŞMALARIN İÇİNDE OLMASI NE KADAR DOĞRU? BAŞTA ERGENOKON-BALYOZ DAVALARI OLMAK ÜZERE ŞAHİT OLDUĞUNUZ DÖNEM İTİBARIYLA YARGIDA TAM OLARAK NE OLDU?

Maalesef Türkiye’de bugüne kadar söz sahibi olmuş herkesin ortak bir hastalığı var; Kemalistler, laikler, cemaatler hepsi kendi fikirlerini tüm topluma dayatmak için devleti bir araç olarak gördüler. Bir nevi toplum mühendisliği yapılmak istendi. Her kişi ya da gurup kendi fikirlerinin iktidar olmasını isteyebilir. Bu son derece normal bir düşüncedir. Fakat kendisi dışında başka fikir ya da kişileri yok sayarsanız bunun adı demokrasi olmaz. Türkiye’de maalesef çoğu kesim farklı düşünen kişi ya da kişileri kendisine düşman olarak görüyor.

Yargı da toplumu dönüştürmek için en önemli enstrümanlarından birisi olarak görüldü. Hiçbir kesim gerçekten yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğünü tesis etmek için çalışmadı. Tüm kesimlerin bunu açık yüreklilikle kabul etmesi gerekiyor. Bu tabloda herkesin günahı var.

Ergenekon/Balyoz davaları özelinde şunu söyleyebilirim. Ben bu davaları hakkıyla tam olarak anlayamamışım. Bu kadar masum insan statlara doldurulup işkence edilince, mallarına el konulunca bu örgütün gerçek yüzünü görebildim. Keşke bu davalara daha çok sahip çıkabilseymişiz. Keşke adil yargılanmaya ilişkin hatalar yapılıp, birçok insan bu aynı çuvala dahil edilince sesimizi daha çok yükseltebilseymişiz. Çünkü bu davaların devam edip gerçek suçluların hak ettikleri cezaları alması en çok da bugün işkence gören masum insanlar için gerekliymiş. Bu suç örgütlerinin içindeki “kanlarında duş alacağız” diyen suç makinaları da bugün serbest kaldı.

YANİ GEREK ERGENEKON/BALYOZ GEREKSE ASKERİ CASUSLUK DAVALARINDA İDDİA EDİLDİĞİ GİBİ KİMSEYE KUMPAS KURULMADI, DELİLLER USULE UYGUN TOPLANDI MI DEMEK İSTİYORSUNUZ?

Bir defa şunu ayırt etmek lazım. Her kim kanuna, hukuka aykırı işler yapmışsa bunun cezasını çekmeli. Ben şahsen hiç kimsenin usulsüz dinleme yapmasını, başkaları hakkında sahte delil üretmesini savunacak değilim. Son dönemdeki propagandanın da etkisiyle insanlar şöyle düşünüyor; Cemaatte herkes bir araya gelmiş, yememiş içmemiş, kime nasıl komplo kurabilirim diye hesap etmiş. Böyle bir durum söz konusu değil. Bu kadar insanı bir arada tutan şey Söylenen fikirlerin insanlar tarafından makul karşılanmasında aramak gerekiyor. Yoksa özellikle çoğu üniversite mezunu bu kadar insanı bir arada tutamazsınız.

Şunu demek istiyorum birazdan söyleyeceklerimden bağımsız olarak emniyetin ve yargının eskiden beri var olan hastalıklarını savunmak durumdan değilim. Kim bir suça karışmışsa cezasını çeksin. Ama suçların şahsiliği ilkesine de dikkat edilsin. Bir kasabada birkaç suçlu olduğu için o kasaba halkının tamamını ateşe veremezsiniz. Suç işleyen insanlara savunma hakkı da tanınarak yargılamaları bağımsız mahkemelerce yapılsın.

Bir muhalefet partisi lideri gurup toplantısında dile getirdiği bir konuşmasında “2010-2014 yılları arasında yapılan tüm yargılamaların yenilenmesi” teklifinde bulundu. Tüm dosyalar yeniden ele alınsın, dedi. Halen bu davalardan yargılanan bir savcının cevabı çok ilginçti. Savcı dedi ki “Evet ben de bu görüşe katılıyorum. Karar verdiğimiz tüm dosyalar incelensin, şayet bir kişi veya gurup lehine karar vermişsek bunu yapanlara en ağır cezalar verilsin. Yok şayet dosyalarımızda böyle bir yanlışlık bulamazlarsa bizi hemen görevlerimize iade etmeliler” demişti. Sizce de sağlıklı olan bu bakış açısı değil mi? Kitlesel yargılama yapmak yerine kimin ne yaptığı net bir şekilde ortaya konulmalıdır.

Darbe sonrası 3000’e yakın hakim ve savcı tek bir kararla ihraç edildi. Bandırma savcısı olarak ihraç edilen bir savcının aslında Mart 2016 yılında vefat ettiği çok sonra anlaşıldı. Biz bu şartlarda suçlu ile suçsuzu nasıl ayırt edeceğiz. Mevcut düzenin önümüze koyduğu enstrümanlara nasıl itibar edeceğiz?

Ergenekon davalarında sanık avukatları yargılandılar fakat hiçbirisi savunma yaptığı için terör örgütü üyesi kabul edilmedi. Büroları talan edilmedi. İstedikleri gibi savunma yaptılar. Hiçbiri işkence görmedi. Hatta sanıkların hiçbirisi için fiziksel işkence iddiası gündeme gelmedi. Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk iki günlük gözaltı sonrası emniyet çıkışında “emniyet çok değişmiş, bize çok saygılı davrandılar. Komiser bizi kendi odasında ağırladı, teşekkür ediyorum” dedi.

Ergenekon olarak adlandırılan davalarında yargılanan kişi sayısı 1000’i bulmadı. Bugün sadece tek bir kararla Ankara cumhuriyet savcılığı 8000 kişi hakkında gözaltı kararı aldı.

Bedrettin Dalan yurtdışında yaşadı. Ama kimse üniversitesine el koymayı düşünmedi. Sanıklar yüzünden aileleri, çocukları, anne babaları tutuklanmadı.
Yüzlerce hakim tek kişilik hücrelerde tutuluyor. Karı-koca hakim ayrı şehirlerde tek kişilik hücrede tutuluyor. Çocukları bu şehirden o şehire mekik dokuyor. Hücre hapsi 20 günden sonra insan psikolojisinde onarılamaz tahribata yol açıyor. 23 aydır hücre hapsinde bu insanlar. Bunlar henüz mahkum bile değil, sadece tutuklu. 700’den fazla bebek annesiyle beraber cezaevinde büyüyor. Kötü cezaevi koşulları yüzünden bir sürü insan cezaevinde vefat etti. Burada acıları yarıştırmak istemem fakat manipülasyon yaparak bugün olanları görmemek hiçbir vicdana sığmaz. Gelecekte de bunun hesabını veremezsiniz.

Bu süreçte şunu da öğrenmiş olduk; sosyal hadiseleri bir güvenlikçi ya da bürokratın değerlendirmesi ile bir hukukçunun değerlendirmesi farklı olmalıymış. Ahmet Şık kitaptan dolayı tutuklanırken itiraz edebilmek gerekiyormuş. Daha deliller dava dosyasına girmeden medyada yer almaya başlayınca “soruşturmanın gizliliği”, “suçluluğu ispat edilinceye kadar herkes masumdur” ilkelerini olması gerektiği şekilde savunabilseymişiz.

Fakat bu davaları eleştiren kişilere bakıyorsunuz, aynı hatalar hatta çok daha fazlası bugün irtikap edilirken itiraz edemiyorlar. Bir ara gözaltı süresi 30 gün idi. Şimdi 14 güne düşürüldü. Avukatla görüşmeye 5 gün yasak getirildi şimdi 24 saat. Bu ve bunun gibi uygulamaların tamamı Anayasa ve uluslararası sözleşmelere aykırı. Bunları o dönemi eleştiren insanlar bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar ve görüyorlar. Fakat kendilerine uygulanmadığı için ses çıkarmıyorlar. Bu da demokratlıklarında ne kadar samimi olduklarını gösteriyor. Herkes kendine demokrat. Bu tavrı değiştirmediğimiz müddetçe gerçek bir hukuk devletini inşa etmemiz çok zor.

Gerçi içlerinden bizzat bu suçu işleyenler, “suç işlediği gerekçesiyle mallarına el koymak, demokratik hukuk sisteminde olmaz!” dedi. Tabi bu “psikolojik harekâtın bir parçası olarak kullanılmaktan öte” bir anlam taşımıyor.

HİZMET HAREKETİ DAVALARINDA YAPILAN SAVUNMALARI NASIL BULUYORSUNUZ? SİZCE BAŞTA SENDİKA, BYLOCK, BANKA GİBİ İDDİALARA KARŞI YETERLİ SAVUNMA YAPILABİLİYOR MU?

Öncelikle şunu görmek lazım, normal bir zamanda normal şartlarda bir hukuk devletinde bu suçlamalar yapılsa bu savcı hakimlere gülerler. Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle korunan örgütlenme hakkının en temel bir prensibi olan sendikaya üye olmak suç olabilir mi? Devletin yardım ettiği bir okula çocuğunu göndermek suç mudur? Kamuya açık bir haberleşme uygulamasını indirip kullanmak suç mudur? Kamuya açık olmasa ne olacak? Önemli olan haberleşme gizliliğini sağlamak değil mi? Ancak bunun üzerinden suç işlemek cezalandırılabilir. Bugün adalet bakanlığı kendisi açıkladı. Sadece 5 bin kusur kişi bizzat darbeye karışmak suçundan yargılanıyor. Diğerlerinin tamamı felsefi görüş ve dini inançları yüzünden yargılanıyor. Sırf dayanışma içinde hareket ettiği için insanlar zindanlarda çürütülüyor. Analar evlatlarının, çocuklar babalarının yolunu gözlüyor.

Yurtdışında yaşayan birisi olarak bunları söylemek belki kolay işkenceyle bu imkanı tamamen ortadan kaldırdılar ama savunmalarda her şeyi inkar etme yolu seçilmeyebilirdi. Medya yoluyla o kadar sıradan fiilleri suç olarak gösterdiler ki artık insanlar bile kendilerinin suç işlediğine inanmaya başladılar. Yukarıda saydığım fiiller suç olabilir mi? Siyasetin kullanışlı bir aparatı, hatta “siyasetin köpeği olmuş” bu hukuksuz kişilere karşı daha gürül gürül savunmalar yapılabilirdi.
Avukat meslektaşlarımız 15 Temmuz öncesi çok güzel savunmalar yaptılar. Fakat 15 Temmuz sonrası tüm savunma zemini kayboldu. 1500 den fazla avukat soruşturma altında. 500 den fazlası tutuklandı. Kendisini yurtdışına atabilenler sevdiklerinden uzakta hayata tutunmaya çalışıyor. Bu davalarda görev almak terör örgütü üyesi sayılmak için yeterli kabul ediliyor.

28 Şubat sonrası ülkemizde öyle bir iklim oluştu ki insanlar ne okudukları gazeteye rahatça abone olabildiler ne de felsefi ve dini görüşlerini açıkça ortaya koyabildiler. Demokratik devletlerde asla suç kabul edilmeyecek fiiller suç kabul edildiği için insanlar daha tedbirli davranmak zorunda kaldılar. Şimdi de “bak sen okuduğun gazeteyi gizlemişsin” diye suçlanıyor. Asıl okuduğum gazateyi açıkça ortaya koyamamam senin kabahatin.

Biz avukatlar olarak en iyi savunmanın en samimi savunma olduğuna inanırız. Umarım insanların bu görüşlerini rahatça savunabilecekleri iklimi bir gün tesis edebiliriz.

________________________

Yazının Orijinalini okumak için aşağıdaki logoyu tıklayınız:

Kaynak: 

Read More

Similar Posts

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

HUKUKİ DESTEK- WhatsApp
1