-Yusuuufff! Yeni araban geldi, hayırlı olsun, güle güle kullan diye seslenmişti Fabrikanın müdürü.
Heyecanla koştum baktım gerçekten de arabam gelmişti, hem de yepyeni sıfırdı, kırmızı renkli ve lastikleri her yeri yepyeniydi…
-Teşekkür ederim abi dedim.
Müdür, “Bu arabayı iş için istemiştin, aldık. Hadi bir de kahve içelim” dedi ve ben de “peki abi” dedim. Nihayet uzun zamandir istediğim arabayı teslim almıştım.
Arabamın markasını merak ettiniz sanırım ; bu iki tekerli, elden çekmeli yük arabasıydı..
Artık yükleri elimle değil arabayla taşıyacaktım, kolileri rahatça taşıyabileceğim bir el arabasıydı..
Kahvelerimizi yudumlarken bir anda maziye daldım. Gözlerimde sanki bana daha dün gibi gelen günler canlandi.Eski günlerimi düşündüm. Türkiye’de lüks bir spor arabam, ofis, dosyalar… Şimdi ise kaderin cilvesiyle uzaklarda dondurucu bir depoda çalışıyordum ve koliler taşıyordum. Duruşma araları yerine 15 dakikalık molalarım vardı ve cübbe yerine işyerindeki çalışma önlüğümü giyiyordum. Mahkeme kararlarına itiraz edebilirken, işyerinde verilen talimatları sorgusuz sualsiz mantıklı mantıksız kabul etmek zorundaydım. Çoğu şey değişmişti ve ne kadar mağdur olduğumu düşünüyordum.
Ancak birden aklıma ağır hasta olan çocukların hastane odalarında yalnız bırakılip her soluğunda “anne” ya da “baba” hasretiyle yanmalari, annelerinin/babalarinin hukuk bilmezlerce cezaevinde tutulması, 700 kadar çocuğun annesiyle beraber cezaevinde olması, engelli ve yaşlı hastaların rejimin elinde tutsak olması, onlarca kanser hastası tutsağın tahliye edilmemesi geldi. Tabutla yapılan tahliyeler de cabası.
Adalet mekanizmasının siyasi iradenin elinde oyuncak olması, hakim davacıların ve mahkemelerin siyasi idarenin talimatlarıyla hareket ederek insanları hayattan koparması, hapsetmesi, tüm haklarını haksız hukuksuz yere elinden alması, verilen kararların haktan hakikatten adaletten ve yasalardan uzak olması ve bununla birlikte siyasi iradenin yaptığı hukuksuzlukları görmezden gelmesi ve aklaması gibi binlerce hukuksuzluk gözümün önüne geldi..
Nefret söyleminin devletin resmi uygulaması haline gelmesi, insanların hayatın her safahatında nefret söylemine, ayrımcılığa maruz kalması, yaftalanması ve hayatını böyle yaşamak zorunda olmasının ne kadar zor olduğunu.. Sabah evden çıkınca akşama, akşam evde yatınca sabaha çıkacağınızın garantisinin olmadığı bir yerde ve bu endişeyle yaşamak zorluğunu düşündüm..
O an “Ben mağdurum” demeye hicap ettim. Bir bakıma mağdurduk, bir bakıma tehcire maruz kalmıştık. Ancak Türkiye’de zalimlerin elinde olanları görünce, kendimi mağdur hissetme hakkımın olmadığını düşündüm.
Peki hangi sınıftayım ben?
Bir yanım mağdur diğer yanım Türkiye’de halen zalimlerin elinde olanları görünce mağdur değilim diyordu.
Diğer yandan Tüm hukuksuzluklar sürekli devam mı edecekti, böyle mi devam etmeliydi? Tüm bunlara maruz kalanların yurt dışına çıkan bizlerden bir dua, bir yardım eli istemeleri vefanın gereği değil miydi?
Demek ki Allah bizi buralara sevk etmişti, hikmetleri vardı.
Türkiye’de zalimlerin elinden kurtulup buralara gelmek nasip olduysa, cezaevinde çocuğumdan ayrı değilsem bunun da bir bedeli olduğunu düşündüm. Bir bakıma şanslıydım.. O güne kadar mağdurum mağdurum diye matem doluydum.
Türkiye’de halen zalimlerin elinde tutsak kalmış insanlar varken onlarin mağduriyetlerini sadece sosyal medyadan okumak yeterli değildi. O yüzden, bir yandan bu mağduriyetlere duyarsız kalmamak ve elimden geldiğince farkındalık oluşturmak için öbür yandan yurt dışında olmanın şükrünü eda edebilme, Türkiye’de kalanlara bir vefa borcumu ödeyebilme adına ve mağduriyetlerin son bulması için mesleki yönümle çözüm bulmam gerektiğini düşündüm.
Bu derin düşüncelerle beraber kahvem de bitmişti.. Kahve için ve araba için vefalı dost olan müdürüme teşekkür ederek yeni arabamı alıp işime devam ettim…
Av. Yusuf Deniz